Bildiğimiz Dünyanın Sonuna Yaklaşıyoruz

  • 2.02.2019 00:00

 Herkes bir şeyleri artırmaya, çoğaltmaya, büyütmeye çalışıyor. Şirketler müşterilerini ve kârlarını, ülkeler ulusal gelirlerini, devletler nüfuz alanlarını, sermaye sahipleri birikimlerini, ordular silahlarını, dinler ve ideolojiler etki alanlarını, partiler oy sayılarını, politikacılar güçlerini…  

Böyle düşününce dönüp tüm insanlık tarihine büyüme, çoğalma, artma, genişleme ve yayılma çabalarımızın tarihi olarak da bakabiliriz. Gerçekten de ilk homo erectus kaç kişiydi? İlk insanların yeryüzünde kapladığı toplam alan kaç kilometrekareydi? Sayımız bugün yedi milyarı geçti, 2050’de 10 milyarın kapısına dayanacağız. Yeryüzünde insan elinin değmediği nokta neredeyse kalmadı. Yetmedi şimdi Mars’ta koloni kurmak istiyoruz.

Ölçülebilir şeyleri artırmak, büyütmek, çoğaltmak dürtüsü sanki insanlık tarihinin ana itici kuvveti. Devletlerin, uygarlıkların, dinlerin tarihini olduğu kadar ekonomilerin, ideolojilerin ve siyasi akımların tarihini de hep “daha çok, daha fazla” elde etme uğraşının gelişim süreci olarak okuyabiliriz.  Bütün bunlar arasındaki rekabet ve savaşlar hep bu yüzden çıkmadı mı?

Çalışma ve yaşam koşullarımızı büyük ölçüde belirleyen de bu büyütme ve artırma anlayışı değil mi?  Ailemizde, okullarda, iş hayatında aldığımız eğitimin, şirketlerimizde ve ülkelerimizde bizleri yönetenlerin bize vaat ettiklerinin özü hep bu değil mi? Kurduğumuz bütün sistemler sürekli büyüme ve yayılmanın mümkün olduğu varsayımı üzerinde yükselmiyor mu?

Evet, doğru hep böyle oldu ve ileride de böyle olacak diyebilirsiniz. Bugün dünyayı yönetenler, büyük devletlerin ve dev şirketlerin yöneticileri de öyle diyor. Bugünlere nasıl geldiysek yarınlara da öyle ilerleyebiliriz, aynı iş yapma anlayışımızı ve politika yapma tarzımızı sürdürerek yol alabiliriz diyorlar. Değişim sözünü ağızlarından eksik etmeseler de söyledikleri “daha çok, daha fazla” elde etmenin yol ve yöntemlerini değiştirmenin ötesine pek geçmiyor.

Ama bu şekilde devam etmek artık mümkün değil. Deniz bitiyor.

***

Bildiğimiz şekliyle dünyanın sonuna yaklaşıyoruz.

Temiz hava, temiz su, verimli toprak, sağlıklı gıda bitiyor. Enerji verimliliği azalıyor. Üretkenlik artışı tıkandı. Ne ekonomilerimiz ne politik sistemlerimiz sürdürülebilir durumda. Her an yeni bir sıra dışı doğal afet olacağı korkusu altında yaşamaya başladık.

İrili ufaklı birçok devlet arasındaki çelişki ve kapışmalar, ticaret savaşları, kural tanımazlık, birbirini çelmelemeler, asimetrik savaşlar, siber saldırılar, bitmek bilmeyen terör…

Ekonomilerin büyüme beklentileri art arda geri çekiliyor, ekonomiler ve giderek internet ağları birbirlerinden ayrılmaya başlıyor, tüm dünyada eşitsizlikler görülmedik ölçüde artıyor…

Türlerin yok oluşu hızlanıyor, her yıl bir önceki yıldan daha sıcak olmaya başlıyor, orman yangınları, seller, su baskınları yaygınlaşıyor. Karbon salımını kontrolümüz altına alma ve aşırı ısınmadan kaçınma şansını yitirmek üzereyiz, ekosistem sorunlarında bir çığ etkisi tetikleyecek geri dönüşü olmayan bir noktaya yaklaşıyoruz.

Büyüme, yayılma, yaygınlaşmanın sonuna gelmekte olduğumuzu gösteren başka olgular da var:

Evrensel geçerlilik iddiaları art arda iflas etti: Sosyalizmin çöküşünü İslamcılığın iflası izledi, şimdi de batı kapitalizminin gerçekleştirdiği son hamle olarak neoliberalizm can çekişiyor. Hiçbir devlet ya da güç dünya hegemonyası kuramıyor.

Evrensel geçerlilik iddialarının çöküşüyle yerelde de çöküşler boy atıyor. Sosyal devletten sonra şimdi de demokratik hukuk devleti her yerde tehdit altında. Yeni gericilik dalgası yükseliyor. Sosyalizm, liberalizm, İslam vb. gibi evrensel geçerlilik iddiasını taşıyan ideolojilerin gerilemesiyle oluşan boşluğu ırkçılık, milletçilik, kabilecilik gibi dar ideolojilerle doldurmaya çalışıyorlar. Farklı bir alternatif oluşturduğu iddiasında olan Çin’in getirdiği yanıt da aynı şekilde baskı ve gözetimi, kontrolü daha da artırmak oluyor.

Büyüme, yayılma, yaygınlaşma çizgisinde ısrar edenler son sözlerini böyle söylüyor.

Yanıt gecikmiyor. Bogota, Paris, Santiago, Bağdat, Beyrut, Tiflis, Prag, La Paz, Tahran ve Hong Kong vb. çok farklı şehirlerde farklı nedenlerden art arda patlayan isyanlar hep aynı mesajı veriyor: Bu böyle gitmez!   

***

İnsanlığı böyle bir uçurumun eşiğine getiren büyüme, çoğalma, artma, genişleme ve yayılma ısrarımızın kaynağında ne yatıyor? Biz neden böyle olduk?    

Bunun kapitalist sistemin ya da özellikle onun son neoliberal aşamasının özünden ya da işleyişinden kaynaklandığı söylenebileceği gibi bizzat insanın doğasından veya özünden geldiği de söylenebilir. Her şeyin insanın fotosentezle stoklanan enerjiyi açığa çıkarıp istediği gibi kullanmasına imkân veren ateşi keşfetmesiyle veya kendisine yetecek olandan daha fazlasını üretmesini mümkün kılan öküzü çifte koşmayı akıl etmesiyle başladığı da söylenebilir. Belki de sorumluluğu akıl ile bedeni, insan ile doğayı birbirinden ayırıp insana aklıyla her şeye hükmedebileceği vehmini aşılayan Descartesci düşünceye yüklemeliyiz.

Ama bütün açıklamalarımızı enlemesine kesen temel bir varsayım var: Kaynakların sınırsız ve sonsuz olduğu, sınırsız ve sonsuz büyüme ve yayılmanın mümkün olduğu inancı.

Bu dünyanın kurucu fikri sınırsızlık ve sonsuzluk. Ekonomilerimizi, siyasi rejimlerimizi, devlet ve toplum teorilerimizi, hepsini her şeyin sınırsız ve sonsuz olduğu varsayımımız üzerine kurduk. Bugün bunun yanlış bir varsayım olduğunu görüyoruz. 

Buraya nasıl geldiğimizi açıklama konusunda anlaşamayabiliriz, aynı açıklamada birleşemeyebiliriz. Ama dünyanın, atmosferin, kaynaklarımızın sınırlı ve sonlu olduğu konusunda çok kolay anlaşabiliriz.

Sınırlı ve sonlu, çünkü her şey, bütün evren madde ve enerjiden oluşuyor. Ve evrendeki madde ve enerji miktarı sabit, değişmez. Bu miktarlar artırılamaz. Ne madde ne de enerji yoktan var edilebilir.

İnsan yaratıcı falan değildir. İnsan sadece birini diğerine dönüştürebilir. İnsan hiçbir şey yaratamaz, sadece var olanları yeni, farklı bir şekilde bir araya getirebilir. Var olanı yeniden düzenleyebilir, yeniden örgütleyebilir, eskisinden farklı bir şekilde bir araya getirebilir. Tercihlerini değiştirebilir. Rotasını belirleyebilir.

İnsanlığın yeni bir yola girebilmesi için yeni bir zihniyete, yeni bir kurucu fikre ihtiyacı var. Her şeyin sonlu ve sınırlı olduğu fikrini temel almak zorundayız. Temiz hava, temiz su, canlı toprak, kullanılabilir enerji, sağlıklı gıda, insanın alın teri göz nuru… Hepsi sınırlı. Bütün sistemlerimizi bu sınırların hiçbir durumda ihlal edilemeyeceği şekilde kurmalıyız. Bütün kurumlarımızı ve işleyişlerini bu gerçekliğe uygun hale getirmeliyiz.

İnsanlığın kendisini ve eylemini bu şekilde yeniden düzenlemesi ancak politika yoluyla, en geniş politik katılımla mümkün olabilir. Sınırsızlık ve sonsuzluk varsayımını iptal etmek bize politikayı da yeniden tanımlamak ve kurgulamak imkânı verecektir.

Mevcut politika anlayışımız mutlaka bir düşmana/karşıta/rakibe karşı odaklanıyor, mutlaka bizi tehdit eden biri var, her zaman ona karşı seferber oluyoruz. Aslında o politikamızın kutup yıldızı, kim olduğumuzu, nereye gideceğimizi, ne yapacağımızı o belirliyor. Politika hep karşıtların mücadelesi olarak anlaşılıyor. Bu tarz politika her zaman güç politikasıdır ve en temelinde de tarafların kendi çıkarlarını ve kendi anlatılarını birbirlerine dayatma uğraşıdır. Politika bir tür savaş gibi anlaşıldığı için, Clausewitz de savaşı “politikanın başka araçlarla sürdürülmesi” olarak tanımlamıştır.  

***

Yeni kurucu fikir yeni bir politika anlayış ve tarzına ihtiyaç duyacaktır. Bu her şeyden önce çatışmacı, kutuplaştırıcı, savaşçı olmayan bir anlayış olmak zorundadır.

Büyüme, yayılma, yaygınlaşmanın sonuna gelinmekte olduğu yerde savaş da sonuç alıcı olmaktan çıkar, bugünkü dinmek bilmeyen terör dalgalarının bir benzerine dönüşür. Toplulukları, halkları, ulusları bir araya getiren bir çimento olmaktan çıkar, toplumların çürüyüşünü hızlandıran bir mikroba dönüşür. Bu, her türlü askeri savaş için olduğu kadar “sınıf savaşı” için de geçerlidir.       

Onun için iki cepheli karşıtlık ve kamplaşmaya dayalı politikadan çok taraflı birlikte arayışa dayalı politikalara, çoğulculuğa ve eşit haklı katılıma dayalı bir anlayışa geçmeye ihtiyaç var.

Aslında insanlık epey zamandır usul usul ama giderek ivme kazanan bir tempoyla politika yapmanın, politik katılımın yeni tarzlarını deniyor. İnsanlığı ve çevreyi bütünlüğü içinde kapsayan farklı yaklaşımlar boy atmaya başlıyor. İnsanlar kaynaklarla ilgili çelişki ve anlaşmazlıklara ve değerlere yaklaşımın denenebilecek yeni yollarını bulmaya çalışıyorlar.

Örnek olarak: Ekolojik, ekonomik ve sosyal sorunlara bütünsel bir çözüm getirmeyi amaçlayan “Yeşil Yeni Anlaşma“ fikriyatı geniş kitleleri etkilemeye başlıyor ve muhalefet partilerinden AB Parlamentosuna kadar değişik düzeylerde politik programlara dönüşüyor.

Yeni çıkış yolları arayışındaki çalışma ve yayınlarda son yıllarda gerçekten bir patlama yaşanıyor. Örneğin iki iktisatçı, Marianne Mazzucato ile Carlota Perez birlikte kaleme aldıkları çalışmalarda yeni teknolojilerin büyük olanaklarının ekonominin ve sosyal hizmetlerin tamamının yeşil dönüşümü için seferber edilmesinin hızla krizden çıkılmasını getireceğini gösteriyorlar. Ekonominin tıpkı doğadaki süreçler gibi sıfır atıkla işlemesini amaçlayan “döngüsel ekonomi” anlayışı bir başka örnek oluşturuyor.

Dönüşüm süreçlerinin uyumlu ve etkin yönetimi için Mazzucato geleneksel sosyalizmin devletçi anlayışından da liberalizmin asgari devlet anlayışından da farklı bir “girişimci bir devlet” tasarımı çiziyor: “Devlet derken farklı kamu kurumlarından oluşan ademi merkeziyetçi bir ağdan söz ediyorum. Bu kurumlar, misyon odaklı şekilde problemleri çözmeye ve risk almaya yöneldiğinde, inovasyon motoru haline gelebilir” diyor. Amin Maalouf da Uygarlıkların Batışı adlı son kitabında toplumlara onları bir arada tutacak bir çimentonun ancak devlet eliyle kazandırılabileceğini ileri sürüyor, “devlet ortak aidiyet duygusunu güçlendiren bağlar dokunmasına bin bir biçimde katkıda bulunur” diyor.

Misyon odaklı, ademi merkezi, çoğulcu ve katılımcı bir ağ olarak örgütlenen bir devlet ve ekolojik, ekonomik ve sosyal dönüşümlerin etkileşimli bütünsel dönüşümü fikirlerini geliştirmede insanlığın yararlanabileceği zengin bir deneyim birikimi var. Bugün geriye dönüp baktığımızda orada yeni gericiliğin bulduklarından farklı şeyler olduğunu da görebiliriz. Kapitalist ülkelerin deneyiminde piyasanın vazgeçilmez bir mekanizma olarak işleyişini gördük. Sosyalist ülkelerin deneyiminde herkesin iş ve konut sahibi olmasının, sağlık ve eğitime engelsiz erişmesinin mümkün olduğunu öğrendik. İskandinav ülkelerin deneyiminde sosyal kapitalizmin başarılı örneklerine tanık olduk. Batı ülkeleri zengin bir demokratik katılım ve çoğulculuk deneyimi sergiler. Bugün Finlandiya’da eğitimin sosyal ve demokratik niteliğini koruyarak içeriğini hızla değişen koşullara göre tekrar tekrar başarıyla uyarlayabildiğini görüyoruz. Çin ise dünyaya planlı kapitalizm diye bir şeyin mümkün olabildiğini gösteriyor. Daha da uzaklara, Aborijinler, Eskimolar ve Amazon yerlilerine baktığımızda doğayla ve diğer canlılarla uyum içinde bir yaşamın pekâlâ mümkün olduğunu görebiliyoruz.

İnsanlık yeni bir rotaya ancak sayıları, elle tutulabilir şeyleri çoğaltmak takıntısından kurtulup eşitlik, kardeşlik, özgürlük, haysiyet, merhamet gibi sayılamaz, cisimsiz şeyleri çoğaltmaya başlayarak koyulabilir.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums