- 3.11.2012 00:00
Cemil Koçak, “Tarihçinin Eleği”(Timaş Yayınları, Haziran 2012, İstanbul) başlıklı yeni kitabında, geçmiş yirmi yıl içerisinde yazdığı bazı makaleleri derlemiş. Kendisinin de sunuş yazısında belirttiği gibi bunların ortak noktaları‘yakın tarihimizle ilgili araştırma ve yayınların kritiğine ayrılmış olmaları’dır. Batı’da ‘review’ olarak bilinen bu tarzın Türkiye’de fazla gelişmemiş olmasını yazar birçok etkene bağlıyor. Onları tekrar etmek istemiyorum, isteyen kitabı alır okur. Ne var ki tüm etkenlerin çıktığı ana noktanın Türkiye’de demokrasinin ve bu bağlamda eleştiri kültürünün gelişmemesinin oluşturduğu bir gerçektir.
Bizde eleştiri hâlâ hasmane bir tutum olarak algılanıyor ve olumsuz karşılanıyor. Eleştirenlerin hoyrat tutumları da bu konuda rol oynamıyor değil, ancak esas nedenin yine de eleştiri kültürünün gelişmemiş olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Otoriter, muhafazakâr ve hiyerarşik toplum yapımız eleştiri yazınının oluşmasının önündeki engellerdir. Bunlar yadsınamaz. Ama esas nedenin Türkiye’de kapitalizmin ve buna bağlı olarak toplumsal bilimlerin geç gelişmesi olduğunu da kabul etmemiz gerekir.
Kitapta birçok bilimsel yayın ele alınmış, irdelenmiş ve eleştirilmiş. Ancak bunlardan bir tanesi oldukça ilgimi çekti. Koçak, tarihçi Erik Jan Zürcher ile ilgili ilginç bazı saptamalarda bulunmuş. Bilindiği gibi, Zürcher, Türkiye tarihi konusunda tanınan bir simadır. “Modernleşen Türkiye’nin Tarihi” başlıklı çalışması yanılmıyorsam otuza yakın baskı yaptı ve birçok üniversitede yardımcı ders kitabı olarak okutuluyor. Olaylara objektif olarak yaklaşması –ki bu Türkiye kökenli tarihçilerin en büyük eksikliğidir- ve bilinen tezlerin ötesinde farklı ve şaşırtıcı çıkarsamalarda bulunması Zürcher’i yaşayan tarihçiler arasında ön plana çıkardı. Cemil Koçak ise Zürcher’in başka bir yönüne, çok fazla dikkati çekmeyen ‘bilimsel yöntemine’ dikkati çekmiş.“Zürcher, eski tezleri sorgular ve yeni tezlerini ortaya koyarken, ilk akla gelenin aksine, yeni belge ve bilgiler üretmiyor. Zürcher’in buna ihtiyacı yok. Tam tersine, yıllardır okunan ve okutulan ve göreli olarak da az sayıda basılı kaynağa dayanıyor. Ne yeni ‘bulunmuş’ kitaplara, broşürlere ya da anılara, ne de bir türlü kapısından içeri adım atılamayan yerli ve yabancı arşiv merkezlerinde saklı kalmış ve fark edilmemiş belgelere ihtiyacı var Zürcher’in…” (age. Sf. 30).
Koçak’ın bu yazısını okuyanlar Zürcher’in arşiv kuruluşlarının kapısından hiç içeri adım atmadığını düşünebilirler. Bilmeyenler için bir hatırlatmada bulunalım: Erik Jan Zürcher, kısa bir süre önce görevinden ayrılmakla birlikte Amsterdam’da bulunan Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü’nün (USTE) yaklaşık beş yıl direktörlüğünü yaptı. Ayrıca 90’lı yıllarda da on yıla yakın söz konusu kuruluşun Türkiye bölüm başkanlığını yürüttü. Elbette bu görevlerde bulunması arşivlerden yeteri kadar yararlandığını göstermez. Ancak bu arşiv dünyasından uzak olmadığını, aksine tam da merkezinde yer aldığını gösterir.
Ne var ki buna rağmen Cemil Koçak’ın bu değerlendirmesine kısmen katılıyorum. Kaynaklarının daha çok basılı eserlerden oluşması Zürcher’in eserlerinin karakteristik özelliğidir. Kaynak notları dikkatlice gözden geçirilirse arşivlerin çok az yer tuttuğu görülür. Yıllar önce USTE’de kendisiyle aynı odada çalışırken ‘neden yeni çalışmalar yapmadığını’sormuştum. Buna yanıt olarak “Türkiye’de arşivlerin kapalı olduğundan”söz etmişti. O zamanlar Türkiye’deki arşiv kuruluşlarının çalışmaları konusunda olumsuz bir kanaate sahip olduğum için yanıtı bana makul gelmişti. Ancak daha sonra arşiv dünyasını iyi tanıyınca bunun gerçeği tam yansıtmadığını görmüştüm.
Evet, Türkiye’de kaynaklara, özellikle devletin denetimindeki arşiv belgelerine ulaşmak kolay değildi, ama hiç olanaksız olduğu da söylenemezdi. Gerekli başvuruları yaparsanız ve sabırlı olursanız en azından bazılarına ulaşmak mümkündü. Ayrıca, engeller tümüyle aşılamamakla birlikte arşivlere ulaşmak konusunda son yıllarda olumlu gelişmeler oldu. Ancak buna rağmen Zürcher’in eserlerindeki bilgi kaynaklarında fazla bir değişiklik olmadı. Koçak’ın haklı olarak işaret ettiği gibi bilinen basılı eserler Zürcher’in kaynakçasının hemen hemen tümünü oluşturuyor. “Sonuçta tuhaf bir durum ortaya çıkıyor: Yıllarca aynı kaynakları kullanarak ve okuyarak yazılagelen bir târih, sâdece bu kaynaklara dayanılarak sorgulanabiliyor ve eski tezlerin temellerinin çürüklüğü gözler önüne serlirken, bir yandan da aynı kaynaklar, tam aksi sonuçlara varan yeni tezlerin de temel kaynakları hâline geliviriyor. Zürcher’in her iki kitabında da bunu başarabildiğini görüyoruz” (age. Sf. 31).
Sadece basılı eserlere dayanılarak tarih çalışması yapmak konusunda Zürcher yalnız değil. Başkaları da bu yönteme sıkça başvuruyor. Bunun en son örneği Ayşe Hür’ün yeni çalışması ‘Öteki Tarih’tir. Kitabın başlığının bende bıraktığı ilk izlenim, bilinen mevcut tezlerin ötesinde yeni tezler ileri sürüldüğü biçimindeydi. Çünkü başlık son derece çarpıcı, vaat edici, hatta iddialıydı. Bu başlıktaki bir eserin ancak uzun yıllara dayanan zahmetli arşiv çalışmasıyla ortaya çıkarılabileceğini düşünmüştüm ve bu nedenle oldukça ilgimi çekmişti. Ancak eseri elime alıp kaynakçasına göz atınca yanıldığımı anladım. Kaynakçada bilinen basılı eserlerin dışında yeni bir şey yoktu. Üstelik işlenen konular açısından belirtilen kaynak sayısı o kadar sınırlıydı ki şaşırmadım desem yalan olur. 9-10 kaynak göstererek son derece çetrefil tarihsel konuları tabir-i caizse özetlemek herhalde kolay bir iş olmasa gerekti. Ama Ayşe Hür bunu becermişti!
Elbette bu sözlerimden basılı eserlere dayanılarak asla tarih çalışması yapılamayacağı sonucu çıkarılmamalıdır. Tabiatıyla yapılabilir ve bilinenin ötesinde ortaya yeni tezler de atılabilir. Ancak bu tarih çalışmasında birinci derecedeki kaynağın arşivler, yani tarihsel dokümanlar olduğu gerçeğini göz ardı etmemelidir. Özellikle akademik disipline sahip olan tarihçilerin bu konuda daha titiz olmalarını beklemek hepimizin hakkıdır.
Yeri gelmişken bir başka konuya da değinmeden geçemeyeceğim. Son yıllarda Osmanlıca arşiv belgelerinin transkripsiyonunu yapıp olduğu gibi yayınlamak bir hayli yaygınlaştı. Osmanlıca okuyanların sayısının azlığı düşünülürse son derece olumlu bir girişim olduğunu kabul etmek gerekir. Ne var ki birçok konuda olduğu gibi bu konuda da yanlış bir gelenek oluşuyor. Şöyle ki: arşiv belgelerinin transkripsiyonu birilerine yaptırılıyor ve belgeyi eline geçirmiş olan zevat sanki kitabı kendisi yazmış gibi bir önsöz yazıp adına bastırıyor. Komintern arşivinin başına gelenler bunun tipik örneğidir. Belirli ve küçük bir çevrenin eline geçen bu belgeler şimdi aynı yöntemle bir-iki kişinin adı altında piyasaya sürülüyor. Ayrıca sadece eski komünistler değil, ne yazık ki çok tanınmış bazı tarihçilerimiz de bu yola başvuruyorlar. Böylesi bir geleneğin yerleşip yaygınlaşmasını onaylamak kesinlikle doğru değildir.
Arşivcilikte bunun adı kaynak ya da belge yayıncılığıdır. En doğrusu konunun uzmanı bir kurulun bu tür çalışmayı yapmasıdır. Osmanlıca gibi zor bir yazı dili için bu kesinlikle olmazsa olmazdır. Erzurum Üniversitesi’nin yaptığı ‘Albayrak’ gazetesinin tıpkıbasımı ve transkripsiyonu çalışmasındaki hatalar bu konuda çarpıcı bir örneği oluşturuyor. Her sayfasında onlarca hatanın olduğu bu çalışma gazeteci Murat Bardakçı tarafından ortaya çıkarıldı ve konunun ne denli önemli olduğunu gözler önüne serdi. Sadece dile hâkim olmak yetmez, dönemi ve konuyu iyi bilen uzmanların da katılımıyla bir kurul oluşturup belge yayıncılığı yapmak hataları en aza indirgeyebilecek en doğru yöntemdir. Dünyadaki örnekleri de bunun böyle olması gerektiğini gösteriyor. Elbette bu çalışmayı yapanların isimlerinin eserde yer almasına kimsenin itirazı olamaz. Bu onların en doğal hakkıdır. Ancak bunun yerine belgelerin transkripsiyonunu birilerine yaptırıp, sonra bir önsöz yazıp yazarı imiş gibi kitabı kendi adına bastırmalarını son derece sağlıksız ve çirkin buluyorum.
Yorum Yap