Musollini’den Orban’a: illiberal zihniyet /Agnes Haller

  • 19.01.2023 12:28

İlliberal demokrasi, bilindiği gibi Orban tarafından olumlanarak kullanılanılan bir kavram. Ama bunun arkasındaki fikir aslında daha eski. Politik faşizmin kurucusu italyan Duce’si Benito Musollini bundan yaklaşık 100 yıl öncesinde liberalizmin batışından ve illiberal Avrupa’nın doğuşundan bahsetmişti. ABD başkanı Franklin D. Roosevelt ise buna cevaben, Duce’nin liberalizmi çok erken defnettiğini söylemişti.

Ama bir müddet de gerçekten, sanki Musollini Avrupa’nın geleceğini ABD başkanından çok daha iyi anlamış gibi görünüyordu. 20. Yüzyılın 2. yarısının başlangıcına kadar politik liberalizm -ki bu kesinlikle bir toplumsal hareket olarak anlaşılmamalı, tüm Avrupa’dan yok olup gitmişti. İstisnasız tüm totaliter partilerin önderleri liberalizmi kendilerinin en büyük düşmanı olarak görüyorlardı. Ancak onlar -nasyonal sosyalistler hariç, bu nedenle „demokrasi“ kavramına karşı savaş açmadılar, onu yok etmediler; bunun yerine tıpkı bugün Orban’ın yaptığı gibi onu illiberal hale getirdiler. Nasıl ki faşizm için faşist devlet, bolşevizm için komünist devlet geçerli ise, sahte şekilsel liberal demokrasiler, kıyaslandığında içerik olarak gerçek ve hakiki olan illiberal demokrasilerin düşmanları olarak kavranıldı.

II. dünya savaşından sonra liberal demokrasi Avrupa’da da, her halûkarda batılı yarımkürede giderek yaygınlaşan devlet biçimi haline geldi. Bu, hukuk devletinin her türlü liberal özgürlükleri güvence altına aldığı -düşünce ve basın özgürlüğü, koalisyon kurma ve din özgürlüğü-, ve de mülkiyet edinme özgürlüğü demektir. Hukuk devleti aynı zamanda anayasada güçlerin çoğunluğunu ve ayrımını sağladı.

Ama bugünlerde, binbir zahmetle kazanılan liberal demokrasiler sözde popülistler tarafından „eski ve kozmopolit“ olduğu gerekçesiyle karalanıyor. Ve bunlar, illiberal demokrasilerin yükselmesi ile sayesinde, özellikle de Viktor Orban’ın egemenlik tarzıyla  baskı altına alınıyor.

Liberalizm düşmanlığı yeni olmamasına rağmen, bugünkü biçimiyle kesinlikle yeni. Çünkü toplumun yapısı geçen 100 yıl içinde temelden değişti, bununla birlikte tabii ki illiberal demokrasinin biçimi de. 20. Yüzyılın ilk yarısında tüm Avrupa ülkelerinde klasik sınıflı toplumlar varken bunların yerine,  özellikle II. dünya savaşının sonundan itibaren modern endüstriyel tüketim toplumları geçti. Hannah Arendt „vita activa ya da etkin yaşam“ (1958’de “the human condition” olarak ingilizce, 1960’da almanca yayınlanan) eserinde yıllar öncesinde toplumun bu şekildeki temelden değişimine dikkati çekmişti.

Devlet biçimi olarak demokrasi prensip olarak -çok değişik biçimlerde olsa da, mesela Fransa’daki, İngiltere’de ve Almanya’daki seçim sistemlerinde olduğu gibi, çoğunluk kararına dayanır. Bu, genel seçme-seçilme hakkının kabul edilmesiyle hükümetlerin periyodik olarak vuku bulan seçimlerle meşruluk kazanması demektir. Sınıflı bir toplumda belli sınıfların seçim tercihi, yaygın olarak anlaşılan, tamamiyle rasyonal olan sınıfsal çıkarları tarafından belirlenir. Yani: İşçi (ya da proleter) sosyalistleri ya da komünistleri seçiyor, vatandaş liberal, soylular ise muhafazakarları seçiyorlar. İçinde hala daha zengin ve yoksulu ihtiva eden,  ama belli çıkarları olan toplumsal sınıfları barındırmayan, kendine özgü yaşam biçimleri ve kültürleri olan modern endüstri toplumlarında eski şemaların artık geçerliliği yok.

Bu demektir ki: İdeolojiler, çıkarların yanında, giderek daha fazla seçimlerin belirleyicisi olarak yer alıyor ve bununla (sınıfsal-çev.) çıkarları gitgide daha fazla gölgede bırakıyor. Kim oyların ekseriyetine kavuşmak istiyorsa o, ideoloji silahını harekete geçirecektir; bunun duygusallığı hedefleyen irrasyonalitesi, göreceli rasyonelliği giderek daha fazla yerinden edecektir. Demagoji ve hilekarlık, yalanlar ve sahte söz vermeler politikada kesinlikle hep rol oynadı, ki bunu da Hannah Arendt’en de öğreniyoruz; bugün  Putin bir yana, Orban ve Kaczynski’den, Erdoğan üzerinden Trump’a kadar birçoklarında olduğu gibi..

Çok amaçlı silah olarak nasyonalizm

Modern popülistlerin ideoloijik silahları değişik, illiberalizmin sağlı-sollu aşırıları da aynı silahları da kullanabilirler. Ama burada, belli ölçüler içinde başarılı olarak kullanılabilecek bir silah, yani bir ideoloji  var. Bu ideoloji nasyonalizmdir.

I. dünya savaşının sona ermesinden itibaren (İsviçre hariç) tüm Avrupa devletleri ulus-devletlerdir. Bu, „Ulus“un temel kollektif kimlik olarak, o zamana kadar varolmuş olan (din olsun, devlet biçimi olarak olsun) tüm kollektif kimliklerin yerine geçmiş olduğu ve bunun giderek artan bir şekilde sınıfsal kimliğin yerini doldurduğu anlamına gelir. Nasyonalizm, şu tüm Avrupalı ulusların ortak yeni dini, geçmişte söz konusu ulusların kimilerinden sözümona „doğal düşmanlar“ çıkarmıştı (mesela birbirlerinin  başdüşmanı yapılan Almanya ve Fransa). Tüm aşırı hareketler, hangi ideolojileri temsil ederlerse etsinler, bu milliyetçilik kartına oynuyorlar. Bu nedenle „İlliberalizm“ bugün kendini esas olarak nasyonalizm üzerinden meşrulaştırıyor, ve genellikle ırkçı, yani etnik „safkan“ biçimiyle..

Toplumsal yapının, klasik sınıflı toplumun modern (kapitalist-Çev.) endüstri topluma evrilerek değişmesi ve çoğunlukla ideoloji olarak ırkçı nasyonalizm, bu her iki eğilim, liberalizm düşmanlığının kurumsal olarak ortaya çıkmasının biçimini de değişime uğrattı. Antiliberal partilerin bugün artık en azından Avrupa’da- tek parti rejimi kurmak üzere devleti silah zoru ile zaptetmesine gerek yok. İlliberal demokrasi daha ziyade modern endüstri toplumunun koşullarına adapte oluyor. Bugün, çok partili bir sistemde ve genel seçme-seçilme hakkı ile seçimler yapmak, ve bunlara rağmen bu temelde diktatörlük, zorbalık yönetimi ya da otokrasi kurmak artık olanaklı.

İlliberal demokrasi bu haliyle, biçimsel anlamda kesinlikle demokratiktir, çünkü seçimlerde en fazla oyu alan parti ülkeyi yönetmektedir. Ama bu sadece de jure durumdur, yani hakim partinin hukuk sistemine göre olan, ama de facto olmayan bir durumdur!

Macaristan örneğini ele alalım: Burada Viktor Orban, 2012 yılında seçim bölgelerini yeniden biçimlendiren seçimi kanununu yürürlüğe soktu. Buna göre onun iktidardaki FİDESZ Partisi, “Nepszabadsag” adlı sol-liberal gazetenin hesaplamalarına göre gelecek seçimlerde, şimdi olduğu gibi, sadece %44 oy ile parlementodaki sandalyelerin üçte ikisine sahip olmakla kalmayacak, temsilciliklerin beşte dörtünü de elde edebilecek. Muhalefet ise %56 oy oranı ile %20 temsil yetkisine kavuşacak.

İlliberal demokrasi,  biçimsel olarak çoğunluğun verdiği bir meşrutiyetle liberal özgürlük haklarını ötelemek ya da tamamen tasfiye etmek anlamına geliyor. Ya da daha kesin ifade ile “illiberal demokrasi” bir “lider“ tarafından yönetilen bir partinin, oyların çoğunluğunu kazanarak iktidara gelmesinin ve bunun antidemokratik ve antiliberal pozisyonlarla sürekli elde tutulmasının sağlandığı bir devlet biçimidir.

Putin’in Rusya’sı, Erdoğan’ın Türkiye’si ve Orban’ın Macaristan’ı, bunların hepsi “illiberal demokrasi”lerdir ve buna rağmen birçok faktörlerle farklılık gösterirler. Bu, devlet biçiminin aynı, sadece hükümetlerin farklı hareket ettiği anlamına gelir. Hükümetlerin bu farklılığının tamamiyle değişik nedenleri olabilir. Mesela Macaristan AB üyesidir ve iktidardaki FİDEZS Partisi, AB normlarını çiğnediği halde buradan maddi olarak elde edebileceği maksimumu alabiliyor. (Ama bu Angela Merkel’in Hristiyan Demokrat Partisi’nin Avrupa Birliği Parlamentosu’nda FİDEZS ile aynı parti ailesi içinde olmasını engellemiyor.) Öte yandan Orban’ın politik imkanları, AB üyesi olması dolayısiyle Türkiye’ninkinden daha sınırlı. Türkiye ve Rusya’ya oranla, Macaristan’da kitlesel politik tutuklamalar bugüne dek olanaklı olmadı.

Yani “illiberal demokrasiler” birebir aynı değiller. Bunların karakterleri çeşitli faktörlere bağlıdır: Nüfusun ve devletin büyüklüğü, gelenekleri, sınırları ve çevresi. Macaristan küçük bir ülke, Polonya ise büyük! Bu nedenle de Orban’ın, özellikle iktidar ve dış politika açısından aksiyonları, PiS partisi ile Anayasa Mahkemesini güçten düşüren Jaroslaw Kaczynski’den daha sınırlı.

Victor Orban – bir zorba, ama diktatör değil

İlliberal demokrasilerin yaratılışı nasıl değişikse, liderleri de öylesine farklıdır. Her halûkarda hepsinde de her şeyin, ülkede ne olup olmayacağının tek bir lidere bağlı olması söz konusudur. Aslında dikta tör olarak nitelendirelebilecek liderler ve daha ziyade zorba olarak gösterilebilecek liderler var. Bu, söz konusu liderin özel bir ideoloji mi yoksa yalnızca pragmatik nedenlerden dolayı iktidarını maksimize etme arzusu ile mi hareket ettiğine bağlıdır. Önceden de belirttiğimiz gibi bütün illiberal demokrasiler ortak bir ideolojiye sahiptirler: Etnik nasyonalizm! Diktatörler ise iktidarlarını ek olarak diğer bir özel ideolojiye dayandırırlar: Bunlar ya sol ya da sağ radikaldirler. Bu, onların ideolojilerini sosyal demagojilere (Bolşeviklerin sınıf ideolojilerine dayandırdıkları gibi) ya da ırkçılığa ( faşizmin ve nasyonal sosyalizmin yaptığı gibi) veya dinsel köktenciliğe (İslamcılığın yaptığı gibi) dayandırırlar. Bütün bu tip diktatörler ideolojilerini (sadece değil ama) birinci derecede pragmatik silah olarak kullanmazlar, daha ziyade onların inançları, hatta politikalarının özünü karakterize eden misyonları vardır. Zorbaların herhangi bir inançları yoktur, bunların tek hedefi iktidarlarını maksimize etmek ve böylelikle servetlerini yükseltmektir.

Bu nedenle düşünceme göre Macaristan lideri Viktor Orban bu anlamda bir diktatör değil, ama bir zorbadır. Etnik nasyonalizmi dışında Orban’ın sahip olduğu herhangi bir spesifik inancı ya da ideolojisi yoktur. Ama bunu da sadece başlangıçta iktidarı ele geçirebilme yolunda iyi bir silah olduğu için kullandı (sonradan kendi nasyonalizmine muhtemelen inanmaya başlamış olsa bile). Bir hatırlatma:  Kariyerinin başlangıcında, yani 1989/90 yıllarının (dönüm noktasının) öncesi ve sonrasında Orban FIDEZS partisinin liberal ve antikomünist parti şefi idi. Ama liberal saflarda iktidarı ele geçirme konusunda bir imkan görmeyince, partisi ile birlikte kendisi ‘‘orta‘‘ya yöneldi. Bu andan itibaren kendisini ve partisini artık liberal olarak değil, sivil (burjuva) olarak isimlendirdi ve „burjuva(sivil) grupları“ organize etmeye başladı. Ve sonunda, 9 yıl önce iktidarı kesin olarak ele geçirince, böylesi burjuva grupları tasfiye etmeye başladı ve „merkezi kuvvet alanı“nı ilan etti.

Yaşı müsait olanlar, leninist partilerin „demokratik merkeziyetçi“liğini hatırlayacaktır. Buna dayanarak sadece taktik olarak tasarlanmış merkezi kuvvet alanı, herhangi belli bir ideoloji ya da politik inanç ihtiva etmemektedir. Bu, Orban’ın son yedi yıldır yaptığı politikayı karakterize eder. Sloganı, tüm medya, kurum ve organizasyonları kontrol etmek idi. İşte bu nedenle 1991 yılında kurulmuş olan ülkenin tek özerk üniversitesi olan Central European University (CEU)’yu kapatıp sivil organizasyonları ülkeden defetmek istiyor. Çünkü o, hiç kimsenin onu kontrol etmesini istemiyor, ama kendisi her şeyi, orta okulları, okul kitaplarını, (CEU skandalından önce özerkliklerini kaybetmiş) üniversiteleri, tiyatroları, kısacası kendi vatandaşlarının „kafalarını“ kontrol etmek istiyor. Ama sonuncusunu başaramıyor, çünkü o „kafa“ların en iyileri henüz daha biraz rasyonalizme sahipler ve kendilerini Avrupalı olarak görüyorlar.

Orban’ın kontrol etmek istediği „her şey“e ülkenin serveti de dahil. Şu an kendisinin Macaristan’ın en zengin adamı olup olmadığı bana göre en önemli olan şey değil! En önemli olan daha ziyade, ülkenin Merkez Bankası’nın kendi ahbabının elinde olması ve bunun (Orban’ın rızası ile de) istediğini yapması, kararlaştırması.

Orban tamamen kendisine bağlı, onun istekleri ve kararları doğrultusunda olan kendi oligarşisini de yarattı. Bu oligarşi, giderek artan bir şekilde Macaristan’da Orban’ın uzanabileceği arazi, yer, endüstri ve ticareti kontrol ediyor. Yani Macaristan artık sadece bir hukuk devleti olmamakla kalmıyor; kimse, ekonomi politikasının bir sonraki kurbanının kim olduğunu bilmiyor.

daha ve daha fazla sağa

Orban, etnik nasyonalizmin ötesinde herhangi bir spesyal ideolojiye ait olduğunu ifade etmese de, o giderek artan bir şekilde aşırı sağ yönünde hareket ediyor. Başka bir ifade ile: O, kendisinin etnik nasyonalizmini giderek daha fazla aşırılaştırıyor. Teröristlerle eşitlediği mültecilere karşı nefret, onun silahlarından bir tanesi. Kendisini, göçmenlere ve “Brüksel”e karşı, tehlike içinde olan anavatanın savunucusu olarak lanse ediyor. Orban nefret kampanyaları için hep somut olan bir konuyu seçiyor. Son olarak amerikalı multimilyarder George Soros’u baş düşmanı olarak belirledi. Orban’ın komplo teorisi kuruntusuna göre Soros, Avrupa’ya göç olgusunun örgütleyicisi ve bu planda özellikle Macaristan’ı mahvetmek istiyor. Her yürüyüşün arkasında sözümona Soros var, her eleştirel makaleyi dikte ettiren de o ( şeytanlaştırmanın bu biçimini Orban, Erdoğan’dan öğrendi).

Burada Soros’un bir macar Yahudisi olması asla tesadüf değil. Özel ilişkilerinde antisemit olmayan Orban, herkesin anlayabileceği “ortalığı temiz tut” antisemitizmini mobilize ediyor. Sonuç: Macaristan’da uzun yıllar aşırı sağ parti olarak bilinen Jobbik, Orban’ın FİDEZS’i ile kıyaslandığında “Orta”da duruyor. Sekiz yıl önce kendisini “muhafazakar” olarak tanımlayan Orban’ın politikasının bugün muhafazakarlıkla hiçbir alakası yok. Zorba, sınır tanımamazlığa başlıyor.

İlliberal demokrasinin bir olgusu olarak Macaristan

İlliberal demokrasinin Macaristan varyantı bugün artık bir örnek olarak gösteriliyor. Bu noktada söz konusu ettiğimiz özgün farklılıklar ile diğer olgular da kesinlikle araştırmaya değer. Buna ilişkin olarak Avrupa’daki son gelişmeleri, onların alternatif başka politikaları ile dikkate almak gerekiyor.

Bir yıl öncesinde Avrupa için yapılan tahminler genellikle kötümserdi. Brexit’den sonra AB’nin çözülmesi ve popülizmin karşı konulmaz yükselişi ve hatta bir 20. Yüzyıl  hikayesinin tekrarlanma tehlikesinden söz ediliyordu. Yani Donald Trump’ın seçilmesinden sonra Duce haklı mı çıktı(?) diye amerikan Trump modelinin Avrupa’da da tekrarlanabileceğinden korkuluyordu.

Amerika’da bugün ve yakın gelecekte illiberal demokrasinin, güncel olarak check and balance’nın gösterdiği gibi, bence olanaklı olmamasına rağmen -Brexit’ten yaklaşık bir yıl ve Donald Trump’ın seçim başarısından 9 ay sonrası durum biraz dinginleşti: Avusturya, Hollanda ve Fransa’da antipopülist, antinasyonalist güçler kazandılar. Avrupa Birliği konusunda Macron’un başını çektiği irade etnik nasyonalizme karşı kazandı. Ama alarmı sona erdirmek için vakit henüz daha erken! Özel olarak politik ve toplum teorileri için bugün önemli olan, sürekli modern toplumları göz önünde bulundurmak ve analiz etmektir.

Ve bununla şimdi tekrar makalemin başına dönüyorum. Vatandaşları ve seçmenleri çıkarlarına göre bölümlendiren sınıflı toplum kategorileri modern toplumları hiç ilgilendirmiyor. Bu nedenle -sol “klasik” dönemde hiçbir zaman etnik ve milliyetçi olmamasına ve sağ da sosyal demagojiden ziyade muhafazakar pozisyonaları benimsemesine rağmen- bugün sağ ve sol cenahtaki her iki aşırılık hem etnik nasyonalizmi hem de sosyal demagojiyi kullanıyor. Buna karşın, bugün görünüşe göre tamamen bambaşka bir çatışmalı durum meydana çıkmaya başlıyor: Bir yanda tüm liberal, muhafazakar ve sosyal güçler, diğer yanda ise her iki aşırı uçlar. Bir yanda bir çeşit rasyonalizm ve tüm vatandaşların, ülkenin ve Avrupa’nın  çıkarlarını gözetme inancı, diğer yanda sosyal demagojinin iki varyantı ve etnik nasyonalizm! Yeni şekli ile geçerli olan: „Les extre^mes se touchent“- Aşırılıklar buluşuyor!

Bir bakıma bu Aristo öğretisini doğruluyor: Buna göre “orta”da olma, çabalanması gereken, her zaman en iyi ve en demokratik pozisyondur. Bu, hemen hemen kara Avrupa’sının tüm klasik ülkelerindeki durumdur, özellikle Almanya’da ve şimdi de Fransa’da. Ama burada birşeyi sınırlandırarak eklemek istiyorum: “Orta”nın aşırılığa ihtiyacı var. Bu olmadan “orta” olmaz. Gerçekleştirilemez dilekler olmadan gerçekleştirilebilir istemler olmaz; ve politik tutku olmadan -ki bunu Max Weber de biliyordu, rasyonaliteden geriye kalan sadece soğuk bir hesaplama oluyor. Politik aşırılık olmadan “orta” yalnızca nicelikler içinde bir tanesi olarak sayılacak ve “ne kadarımız varsa” o kadarını verecek, ve diğeri, demokratik nicelik “ne kadar olduğumuz” ise unutulacak. Demokrasiler  bu boyutları, sadece biribirinin aynısı, sözde aşırılığının rekabeti olmaksızın alternatifsiz “orta”ya sahip olması durumunda kaybedebilir.

Not:  “Blätter für deutsche u. internationale Politik” adlı aylık derginin Ağustos 2017 tarihli sayısında yayınlanan bu makale Zeki Alptekin tarafından türkçeye çevrilmiştir:

https://www.blaetter.de/ausgabe/2017/august/von-mussolini-bis-orban-der-illiberale-geist

Ágnes Heller (1929-2019 yahudi kökenli macar filozofu. Annesi ile birlikte talihli bir şekilde Holokost’tan kurtuldu. 1947’de Budapeşte’de fizik ve kimya okumaya başladıktan sonra, Georg Lukacs’ın etkisiyle felsefeye yöneldi. Doktorasını G. Lukacs’ın yanında tamamlayarak asistanı oldu. 1977’de politik baskılara dayanamayarak yurtdışına, Avustralya’ya gitti; burada Melbourne Üniversitesinde Sosyoloji profesörlüğü yaptı. 1986’da New York’daki New School for Social Research üniversitesinin Hannah Arendt-Felsefe Fakültesinde görev aldı.

 Çeviri: Zeki ALPTEKİN

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums