- 9.02.2018 00:00
Dünya zor günlerden geçiyor. Bir tarafta küresel ısınma, diğer tarafta doğal afetler ve insanoğlunun acımasızca tükettiği kaynaklar yüzünden çıkan savaşlar ile boğuşuyor. Felaketlerin sonuçları en çok son üç yüz yılın mağdurlarını etkilese de, bu gidişattan dünya gezegeninde yaşayan bütün varlıklar etkileniyor. Ormanlar yanıyor, toprak kuruyor, hayvanlar açlık ve susuzluktan kaçarak kendi hayat alanlarının dışına çıkıyor. Bütün bunları gözlemleme yeteneğine sahip insanoğlu çare üretmek yerine yangına su taşıyor. İdeoloji, din, medeniyet veya daha mikro düzeyde mezhep-meşrep savaşları; petrol, su savaşı, olmadı ticaret savaşı adı altında her gün yeni bir felakete imza atıyor.
Bugünkü görüntü, “insan insanın kurdudur” diyen Hobbes’u haklı çıkarıyor. Elbette şark kültüründe ve özellikle İnsanı “ünsiyet” yani uyumluluk ile açıklayan İslamiyet nokta-i nazarından Hobbes’un vardığı hüküm külliyen yanlış görülebilir. Fakat bugün bir kesim insanın hemcinslerinin elinden düçar olduğu felaketleri açıklayacak yegâne kavram, maalesef “homo homini lupus”dur. Yani insan insanın kurdudur.
Yok mu bunun çaresi? Elbette var! İnsanoğlunun kendini yeniden keşfetmesi ve ihtiraslarından arınıp, ihtiyaçlarının minimum düzeye indirmesidir çare. Lafı dolandırmadan söyleyelim. Bugün Trump’ın başlattığı ve Türkiye’yi de etkisi altına alan ticaret savaşları sadece bir çılgının ihtirası değil, bilakis bütün insanlığın müptela olduğu daha fazlasına sahip olma ve tüketim hastalığından kaynaklanmaktadır.
ABD ve Çin arasındaki rekabet sadece birbirlerini değil, bütün dünyayı etkilemektedir. Uzağa gitmeyelim. Mesela; İran’a uygulanan ambargo ile diğer Ortadoğu ülkelerinin sahip oldukları enerji kaynaklarının değeri göreceli olarak artarken; gerçekte savaşın parçası olmaları hasebiyle bu kaynaklar değerlerini yitirmektedir. Zira bundan sonra daha fazlasını “arz” edecekler, fakat uluslararası sistem ve özellikle ABD onların bu arzlarına karşılık daha düşük bir değer biçecektir. Aşırı tüketime alışmış ve tam bir israf toplumu haline gelmiş olan Körfez ülkeleri yeni maliyetleri kaldıramayacak ve kendilerini yeni bir karmaşanın içinde bulacaklardır. ABD ambargosu ile İran tehdidinin azalacağını umut eden Körfez ülkeleri, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da olacaklardır.
TÜRKİYE’NİN DOLAR İLE İMTİHANI
Aynı şekilde, bugün Türkiye’ye karşı büyük bir ekonomik savaş açılmıştır. Türkiye’nin kendi ayakları üstünde durması, bölgesel güç olma gayretleri, İslam dünyası, Türk dünyası ve Balkanlar; hele hele Afrika ile ilgilenmesi karşısında dolar ile cezalandırıldığında kuşku yoktur. Özellikle Rusya, Çin ve diğer bazı ülkeler ile Türk Lirası ve kendi para birimleriyle ticaret yapma pazarlıkları ABD’yi çılgına çevirmiştir. İran’ın komşusu olması ve ambargo karşısındaki tavrı ayrıca Suriye ve Irak’taki gelişmeler de cabasıdır. Bütün bunlar, doların yükselişi karşısında iz’anını kaybetmemiş herkesin düşünüp söyleyecekleri şeylerdir. Biraz ağır olacak ama soralım: Peki ya “hırsızın hiç mi suçu yoktur?” Durun hemen oklarınızı siyasete yönlendirmeyin. Önce aşağıdaki satırları okuyun sonra hükmü yine siz verin.
Türkiye son on yılda sürekli büyüyen ve büyüme hızını dünya ortalamasının üstüne çıkaran bir ülkedir. Elbette bu büyümeden önemli bir kesim görünür bir şekilde pay almış ve almaktadır. Doğrusu pay alan kesimler bunu hiç inkâr etmeden hızlı bir şekilde geliştirdiği tüketim alışkanlıkları ile de teşhir etmektedir. En mütevazı semtlere kadar taşınan dünya markaları, en ücra bölgelerde bile konuşlanan lüks tüketim noktaları bunun en belirgin göstergeleri değil midir? Vakıf üniversitelerinin bahçelerinde açılan uluslararası zincir “cafeler”; gençlerin eskiden sadece “caddede” bulabildikleri mekânların bütün semtlere dağılması yeni tüketim alışkanlıklarına ayna tutmuyor mu? Geçmişte korunaklı otobüs duraklarını özleyenler şimdi en pahalı otomobiller ile sokaklarda boy göstermektedir. Çocuklarını en yakın okula kaydederken okul aile birliğinin talep ettiği bağışa kıyamet koparanlar şimdi en uzak semtlerde dolara endeksli fiyatlandırmalar yapan okullara koşmaktadırlar.
İtirazı olanlara hemen söyleyelim. Elbette insanımız her şeyin en iyisine layıktır. Helal ve meşru kazancın yine meşru bir şekilde harcanması kadar tabii bir şey yoktur. Ancak unutmayalım, her şeyin bir bedeli vardır.
Ekonomi biliminin izahı bir yana; basit bir ifade ile söyleyecek olursak; tüketimin bedeli üretimdir. Ya bireysel bir hak olarak ürettiğin kadar tüketecek ve durağan bir ekonomiye razı olacaksın veya başkalarını ve ülkeni düşünerek “çok üretecek, az tüketeceksin”. Oysa bugün hepimizin inkâr edemeyeceği gerçek şudur: Türkiye’de üretime nispeten dengesiz bir şekilde çok yüksek bir tüketim vardır. Oysa ne ülkemizin şartları, ne geçmişimiz ve ne de dinimiz buna cevaz vermemektedir. Doların yükselişi karşısında anlamsız feryatlar ile zaman geçirmek yerine toplum olarak derhal aklımızı başımıza devşirmek zorundayız. Kaynakların israfını önlemek, geleceğimizi garanti altına almak için büyük çoğunluğu dolara bağlı tüketim ekonomisinden, israftan vazgeçmeliyiz. “Yerli ve Milli” kavramlarını anlamlandırmalı, çok üretip, az tüketmeliyiz.
Eskiler “her musibette bir hayır vardır” derler. Belki de bugün yaşadığımız “dolar musibeti” tüketim çılgınlığını frenleyip, bize tasarrufu öğretecek ve daha büyük felaketlerden koruyacaktır.
Yorum Yap