- 12.10.2017 00:00
Son zamanlarda Türkiye ile ABD arasında yaşanan gerginlikler, ABD’nin diplomatik nezaketten tamamen uzak ve adeta “küstüm” diyerek vizeyi askıya alması ve Türkiye’nin de buna aynı dil ile karşılık vermesiyle yeni bir aşamaya geldi. Elbette stratejik müttefikler arasında küçümsenmeyecek bir sorun olsa da iki ülke ilişkilerinin tarihine bakıldığında bunun fazla büyütülecek bir şey olmadığı görülecektir.
Tıpkı bugün bu durumu içerden meşrulaştıranlar gibi Kurtuluş Savaşı yıllarında ABD mandasını talep edenlere rağmen, Türkiye Cumhuriyeti ile ABD ilişkileri hiç de iyi şartlarda başlamamıştı. Bunun en önemli sebebi kişisel olarak bir Türk ve İslam düşmanı olan Osmanlı devleti nezdindeki son ABD büyükelçisi Henry Morgenthau’nun attığı tohumlardır. Sipariş ile yazdığı ve Ermenilerin argümanlarına temel teşkil eden ırkçı tanımlamalar ile dolu hatıraları ABD’nin de bu meseledeki yüz yıllık söylemini oluşturmuştur. Konu bütün tarihi çıplaklığı ile ortada iken bu Türk düşmanı büyükelçinin ileri sürdüğü iddialar üzerine kurulmuş söylemler, Türkiye’yi terbiye (!) etmek için bir kırbaç gibi kullanılagelmiştir.
Büyükelçimiz Ahmet Rüstem’in Verdiği Ders
ABD’nin ve diplomatlarının bugün sebep oldukları hipokrasiye karşı bütün diplomatlarımıza örnek olacak tarihi bir davranışı hatırlayalım.
Polonya asıllı mühtedi bir babanın oğlu olan Ahmet (Alfred) Rüstem Bey 1914 yılında Washington’a büyükelçi olarak gönderilir. Türkiye aleyhindeki havayı görerek bir taraftan diplomasi yoluyla hükümeti diğer taraftan da gazetelere yazdığı yazıları ile ABD kamuoyunu bilgilendirir. ABD basınında Osmanlı aleyhinde başlatılan kampanyaları ve Ermenilere baskı ve katliam yapıldığı iddialarını yazılarıyla yalanlarken, ders verircesine ABD yönetimine de seslenir. Diploması kanallarını atlamak zorunda kalan Ahmet Rüstem yayımladığı bir yazısında ABD yönetimine şu can alıcı soruyu yöneltir:
“Eğer ABD’nin istilasını kolaylaştırmak maksadıyla zencilerin Japonya ile anlaştıkları keşfedilseydi bugün bunlardan biri hayatta kalabilir miydi?”
ABD aleyhinde faaliyet gösterenlerin bütün dünyada takip edildiğini bilmeyen yoktur. Amerikan efsanesi de bu takip üzerine kurulmuştur. Hollywood yapımlarının senaryoları da bu konuda yapılan kanunsuz operasyonları meşrulaştırmak üzerine kurgulanmışlardır.
Öyleyse Ahmet Rüstem’in sorusunu güncelleyelim:
Ülkenizde beslediğiniz FETÖ elebaşı ve yandaşları Washington’ın Türkiye Büyükelçiliği'nde çalışan bazı ABD’liler ile işbirliği yaparak size bir komplo kurmaya kalksalardı cevabınız ne olurdu?
Esasında bu sorunun cevabı da Ahmet Rüstem Bey’in hikâyesinde saklıdır. Kamuoyu ile paylaştığı ve ABD’nin kirli çamaşırlarını ortaya döktüğü yazısından hemen sonra ilk tepki doğrudan Başkan Wilson’dan gelmiştir. Derhal Ahmet Rüstem’den sözlerini geri almasını, özür dilemesini veya tekzip etmesini istemişlerdir. Dik duruşunu sürdüren büyükelçi memleketinin maruz kaldığı iftiralar karşısında diplomasi kurallarını da aşsa kayıtsız kalamayacağını bildirerek savaşı sürdüreceğini ilan etmiştir. Osmanlı büyükelçisi kısa sürede istenmeyen adam ilan edilmiş, o da onurlu tavrını sürdürerek on beş gün içinde ABD’yi terk edeceğini resmen bildirmiştir.
Türkiye ABD İlişkilerinin Karakteri
Türkiye-ABD ilişkilerinde kırılma noktaları sadece bu değildir elbet. Ama bu bir başlangıç noktasıdır. Türkiye’nin en hayati meselelerinde bir müttefik değil, bir takoz görevi gören ABD, Türkiye ile ilişkilerini çoğu kere uluslararası diplomasi kurallarından ve nezaketinden uzak sürdürmüştür. Türkiye’ye gönderdiği büyükelçiler çoğu kere bir müstemleke valisi edasına kapılmış, ABD’deki temaslarında Türkiye’nin en üst düzeydeki temsilcilerine bile çoğu kere asgari nezaketin gösterilmesi esirgenmiştir.
ABD’nin aynı cephede kendisi ile savaşan müttefikini en zor zamanlarda yarı yolda bıraktığı Johnson mektubu ile de bilinmektedir. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı'nda yine Türkiye’nin önünü kesen ve ambargo uygulayan ABD olmuştur. Sistemimize monte edilen FETÖ belasının dahi müsebbibi olan 1980 ihtilaline “bizim çocuklar” diyerek sahip çıkması unutulmamıştır. Kendi yakın çıkar bölgelerinde hiçbir Marksist harekete geçit vermeyen ABD, Türkiye’yi bir yandan SSCB karşısında bir savunma noktası gibi görürken; diğer taraftan da bugün PYD/YPG’ye verdiği gibi geçmişte de PKK ve benzeri Marksist örgütlere el altından destek verdiği gün gibi aşikârdır. Irak’ı işgal ederek bölgemizi ateşe veren, Suriye meselesinde Türkiye’yi sahaya sürüp yalnız bırakan da yine ABD’nin siyasetidir.
ABD egemenlik kurmak istediği alanlara asla ortak yapmayacağı Türkiye’yi 1 Mart tezkeresi ile ve sonrasında test etmiştir. Çıkan sonuç, Türkiye’nin artık sürekli talimat bekleyen bir ülke olmadığıdır. İşte bu testler ile iki taraf da stratejik müttefik kavramının sorunları erteleme formülü olmaktan başka bir şey olmadığını keşfetmiştir.ABD’nin gerçek yüzü 15 Temmuz sonrası davranışları ile bir kere daha ortaya çıkmıştır.
Türkiye’nin savunma sanayiinde attığı adımları, Fırat Kalkanı harekâtı ile sahayı boş bırakmayacağı, kendisine yönelen tehditler karşısında yeni müttefikleriyle izin almadan İdlib’de hareket edebileceği, Rusya ve İran ile dış ticaretini Türk Lirası'yla da yapabileceği mesajları ABD’yi çılgına çevirmiştir.
Şimdi Türkiye telâşa kapılmadan teenî ve onurlu diplomasisi ile savaşını sürdürmek zorundadır. Evet, ABD’nin yetersiz diplomatları, kaba ve müdahaleci siyaseti bölgemizdeki etkisini gün geçtikçe azaltmaktadır. Asıl çırpınışı bundandır. Ancak bu, bugünden yarına tamamlanacak bir süreç değildir. Bu yüzden karşılıklı sözde iltifatların, stratejik müttefiklik gibi içi boşaltılmış kavramların “inanmıyorum ama hoşuma gidiyor” tarzında bir müddet daha devam edeceği unutulmamalıdır.
Asıl mesele bundan sonra ne olacağıdır. Nasıl bir bölgesel yapının oluşacağı ve Türkiye’nin nerede duracağıdır?
Yorum Yap