Hikmet Arayışında Fıtrat ve İrade Etkileşimi

  • 16.01.2015 00:00

 -     İnsan, Evrende olup biteni kavrama üzerine düşünme eylemini gerçekleştirirken ve kendisini bir anlamda evrenin merkezine yerleştirerek anlama ve kavramaya soyunur. İnsanın bu anlama ve kavrama eylemi, insanı insan yapan temel yetileri ve öğeleri (bunlar sayısızca ve değişken de olabilirler)  belirleyebilmeyi mümkün kılar mı?

-     Bu öge insan aklının dışında bulunan maddesel bir varlık alanı mı yoksa varlıklar arası etkileşime dayalı, birbiri içine sarmalanmış ilişkiler düzleminde ortaya çıkma ihtimali olan farklı nitelikteki ağların etkileşimi midir?

-     İnsan tamamlanmış bir varlık mıdır dünya sahnesinde, yoksa sahnedeki ilişkiler düzlemi içerisinde tekâmülle doğru yol alan bir varlık mıdır?

İnsanın anlama, kavrama ve eylemsel yetileri üzerinde etkili olabilecek unsurlar söz konusu ise, insanın etkin veya edilgen varlık oluşuna sebebiyet veren durum açıklanmaya muhtaçtır. Bu gerekçelerin dayandığı arka plana bakmak gerekir. 

İnsanın edindiği kimlikler onda temelde var olmayan bozgunculuk niteliğini ortaya çıkarıyorsa, Bu onun eksikliğine (nakıslığına) delalettir. Dolayısıyla gün yüzüne çıkmamış yapısının bir yerinde gizlenmiş olan arzularının tahakkümüne açık (İblisin fısıldamasıyla Âdem de uyanan yasak meyveden yeme isteği ve orada sonsuza dek kalma arzusu gibi) bir yapıya sahip olduğunu söylemek mümkündür.

Bu durum insanın edilgen mi, yoksa etken bir varlık mı? Sorusunu tüm çıplaklığıyla karşımıza çıkarıyor.

İnsanın temel yapısı olarak kabul gören fıtratının edilgenliğinden söz edilebiliyorsak, bu onun sosyal çevre tarafından şekillendirildiğini ifade eder. Dolayısıyla masumiyetinin ihtivasına yönelmeyi de zorunlu kılar. Eğer İnsan, masumiyetini bir etki sonucu yitirme tehlikesiyle karşı karşıya ise fıtratının dış etkilere açık olduğuna kapı aralamış oluruz. Bu durumda Âdemin ilk hatasının fıtratı gereği olduğunu söylemekte bir beis olamaz.

Âdem İblisin fısıldamasına açık bir varlık idiyse, insanın şekillenmesini sağlayan sosyal ortamın belirleyiciliğinden söz edilebilir. Ancak sorun şu; aynı sosyal ortamın özdeş niteliklere sahip insanlar ortaya çıkarmadığı realitesiyle karşı karşıyayız. (Âdemin tedrisatından geçen Habil ve Kabil’in durumu gibi) Ki aynı sosyal ortamların farklı felsefi ve inançsal kodlara sahip bireyler ortaya çıkarması da bunu mümkün kılmamaktadır. Dolayısıyla insanın edilgen bir varlık olamayacağı sonucuna varılabilir.

Âdem hataya açık bir varlık idiyse, bu durumda mutlaka belirleme gücüne sahip olması gerekir.  Çünkü hatanın farkına varabilme niteliği (Ben nefsime zulm ettim) ancak belirleyebilme gücüyle açıklanabilir. Bu durum ise insanın zorunlu olarak irade gücüne sahip olması gerektiğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla eylemlerinde belirleme gücünün iradeden kaynaklandığı ileri sürülebilir. İradenin devreye girdiği bir varlığın etken olması zorunludur.

İnsanın, bir boyutu ile fıtratının etkisine açık diğer boyutu ile iradesinin belirleme gücüne açık ise, karmaşık bir varlık olduğunu ileri sürebiliriz. Öyleyse sorunu çözmenin yolu ise İrade ile fıtrat arasındaki ilişkide düğümleniyor. Fıtrat kesinlik arz eden biyolojik yasa hükmünde iken irade ise biyolojik varlığın sosyal yaşam alanında kullanılan özgürlüğüne tekabül etmektedir. Bu durum ise ikili arasında bir ilişkinin varlığını zorunlu kılmaktadır.  Ancak, bu ilişki, birbirini düzenleyen bir mantığa değil karşılıklı etkileşime açıklığı zorunlu kılmaktadır.  

İnsan açısından sorun bu ikili arasında meydana gelen sapmalarda düğümleniyor. Eğer, İrade fıtratla paralel istikamete yönelirse, sanki ortada bir sorunun olamayacağı görüntüsü çıkıyor. Ancak paralel istikamette sapma/hata söz konusu oluyorsa, bunun sınırlarının nereye kadar olduğu problemiyle karşı karşıya kalırız.

Bu durumda iki kavramın evrendeki karşılıklarını belirleme zorunluluğu ortaya çıkıyor. İnsan gerçekliğinin görünürde olmadığını kabul eden anlayış üzerinden hareket edince “fıtrat” Allah’ın bildiği ama yaratılmışların bilmediğine karşılık gelir. “İrade” ise görünüre tekabül eden insanın eylem dünyasındaki duyusal ve zihinsel kavrayışa açık alana karşılık gelir.

Fıtrat biyolojik yapıya tekabül ederken, irade insan olmanın ön koşulu olarak ortaya çıkıp belirleyici ve kaçınılmaz bir sonuç gibi duruyor. Çünkü irade aracılığıyla gerçekleşen tercihin yönü her zaman fıtratın belirlediği şekilde tezahür etmiyor. Mutlak Kudret bu açılım imkânı ile eksiklik içeren biyolojik varlığın kendi kendisini tamamlamasını arzuluyor. Ki bunun sonuçları üzerinden ödül ve ceza ile karşılaşacağını belirliyor. Dolayısıyla insan için belirleyici olanın fıtrat değil irade olduğu sonucuna varmak mümkün gibi duruyor.

O halde, iradenin temel görevi fıtrata gizlenmiş kodları çözerek tözü/hikmeti kavramaktır. “Hikmet” arayışı fıtratla değil irade aracılığıyla gerçekleştiğinden, insanın var edilmesindeki amaç irade aracılığıyla fıtratına yüklü hikmet arayışına yönelmesidir.

Ancak, hikmet/töz mutlak anlamda tek iken, insan formuna indirgendiğinde çoğullaşmaktadır. Ki Mutlak gücün insan iradesinden istediği şeyde tam bu noktada devreye girmektedir. Yani hikmetin tekliğinden yansıyan çoklukta arayışın yönünün ne olacağıdır. İrade, bu çoğullar arasında seçim yaparak yönelimi belirleyen alanı oluşturmaktadır. Ancak sorun iradenin bulduğunu varsaydığı hikmeti tekleştirmesi yine problemdir.

Problemin kaynağı insanın içindeki gizliye/arzuya tapınma eğilimiyle donatılmış olmasıdır. Ki İnsan bu tapınma arzusundan kaynaklanan isteklerle yürümeye zorlanarak kimlik kazanmaktadır. Bu nedenle sosyal yaşamda oluşturmaya çalıştığı kimliği/iradesi çoğu zaman arzularının/fıtratının kölesi durumuna düşer.

Böylece mutlak teklikten yansıyan çokluğu kendi boyutunda tekleştirerek onu mutlaklaştırmaya kalkar. Yani bulduğunu kendisi ve sosyal çevre için kesinleştirdiğinden, mutlak güç karşısında hadsizlik durumuna düşer. Oysa Mutlak gücün muradı bulduğunun kendi tercihi olduğunu itiraf etmesiydi. Fakat arzularına yönelerek bulduğuyla kendisinin mükemmel olduğu saplantısına yönelmeyi tercih etmeye kalkması hadsizlik içine düşmesini kaçınılmaz kılar.

Konuyu bu noktada Epistemolojik boyut üzerinden ele alma zorunluluğu var. İnsan sadece biyolojik yapıdan ibaret olmadığından devreye giren sosyal ortam onu tamamlayan görevi üstlenmektedir. Yani sosyal çevrede tezahür eden irade vasıtasıyla Mutlaklık karşısındaki konumu belirlendiğinden insan kendi formunda bulduğunu mutlaklaştırarak başkasına dayatma hakkına sahip olamaz. Ki insan üzerinden tekliğin çoğullaşması zorunlu olarak rolatifliği/göreceliliği doğurmaktadır. Allah, ise insanın bu göreceli tutumunu tek mutlaklık olarak ortaya koymasını (başkasına dayatmasını) kabul etmemektedir.

İnsan üzerinden farklılaşan mutlaklık, kavrayışa/anlamaya denk geldiğinden her birey zorunlu olarak kendi kavrayışından sorumlu olacaktır. Ancak bireysel kavrayış ise hikmetin sadece bir boyutunu kapsayabilir. Dolayısıyla İslam da dâhil tüm dinler insanların aynı kavrayışa ulaşması yerine onların kendi kavrayışlarını önemsemektedirler. Ki dayatmaya dönüşen bireysel kavrayış hakikat olmaktan çıkarak, fıtrata gizlenmiş arzunun hem kendisine hem de sosyal yaşama tahakkümü etmesine yol açar. Bu nedenle sosyal yaşamda dinlerden kaynaklandığı ileri sürülen sorun, dinlerin özü ile alakalı olmayıp arzu çerçevesinde ona yüklenilen anlamla alakalıdır.( Allah yolunda savaşanların gerçek bir iradenin ve sorgulamanın ürünüyle hareket etmekten çok, içlerindeki kin ve öfkenin dışa vurumuyla yaşayacağı mutluluğu ve hazzı tanrının emriyle örtmesi gibi)

O halde; Yapıya gizlenmiş arzunun Hikmetle ilişkisinin nasıl gerçeklik kazandığına bakmak gerekir. Arzu egemenlik oluşturma duygusunu temel aldığından, Hikmetle egemenlik arasındaki bağ üzerinden ele alınmalıdır. Hikmet bir anlamda bilinmezlik içerdiğinden, egemenlik/arzu bu bilinmezliğe kendi formunda çözüm ürettiği iddiasını dillendirerek onu dayatmaya çalışır. Yani iktidarına hikmet boyutu katarak onun bir hak olduğu algısını yaratıp sosyal yaşamı dizayn aracı olarak kullanır. ( Allah’ın Âdeme isimleri öğretmesi üzerinden kendisini de seçilmiş/belirlenmiş kişi/yapı olarak lanse eder. Tarihte birçok örneğine şahit olduğumuz bu durumun normalleştirilerek mutlak gereklilik olduğu inancının yerleştirilmeye çalışması gibi)

Sonuç.

Fıtrat biyolojik beşer formuna denk gelirken, irade sosyal yaşama indirgenmiş insan formunu ifade eder. Fıtrat iradeyi belirlese de İradenin hareket alanına müdahil olamaz. İradenin kullanılması insanın epistemolojik formuna delalettir. Böylece hikmet yürüyüşüne çıkan insan, onun çeşitli boyutlarından birini fark ederek tekâmüle doğru yelken açar. Ancak gerekli olan bunu hem kendisi hem de sosyal çevre için tek mutlaklığa çevirmemesidir. İşte arzunun beslediği iktidar aracılığıyla elde edilen egemenlik tam bu noktada iblisleşerek kendi bildiğini mutlaklık olarak dayatır.

Alusi tefsirinde Bakara 137. ve Nahl 15. Ayetlerinin tefsirine şu açıklamayı düşmüş. “Hedefin Vahdeti ve tek oluşu yolların ayrı ayrı olmalarına kesinlikle engel değildir. Zira Allah’a giden yollar mahlukatların adedi ve çokluğu kadardır.”

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums