- 27.07.2017 00:00
Son dönemde sağ popülist dalganın küresel yükselişinin de etkisiyle, siyasette propaganda yöntemlerini etkin biçimde devreye sokarak hakikati çarpıtmak daha da yaygınlaştı.
Bunun üzerine yeni döneme “hakikat-sonrası (post-truth) toplumu” denilmesi gibi öneriler devreye girdi.
Siyaset alanında hakikati savunanların ciddi zemin kayıpları yaşadıkları bir döneme girdiğimiz ve Türkiye’nin de bu gidişatın çarpıcı bir örneğini oluşturduğu tespiti gerçekçidir.
Ama bu yeni bir durum olmanın ötesinde belki mevcudun daha da katmerlenmesi olarak görülmelidir.
Neo-liberal zamanlar, kapitalizmin mağdurlarının baştan çıkarılması anlamında zaten oldukça mahir iktidar teknikleri geliştirmişti. Onlar da bayağı güzel yalan söylüyorlardı aslında.
Şimdi yaşadığımız süreçteyse, neo-liberal küreselleşme eleştirisinin sağ popülist siyasetçilerin eline geçtiği, fail ve mağdurun yer değiştirdiği bir tuhaflık söz konusu.
İlginç olan hakikat-sonrası toplum özellikleri gösteren pek çok ülkenin mevcut otoriter liderlerinin kendilerini demokrasi olarak görmek ve göstermekte ısrar etmeleridir.
Başka bir ifadeyle söylersek, “kitlelerin” rızasına muhtaçtırlar, onlardan alttan alta korkmakladırlar ve meşruiyetlerinin ciddi bir bölümünü “gerçek demokrasi” olma iddiasına dayandırırlar.
Türkiye’deyse işin içine başka bir geleneğin etkisinin de sızdığını düşünebiliriz. Osmanlı’dan bu yana “güçlü devlet zayıf toplum” anlayışının yarattığı reflekslerden bahsediyoruz.
Kemal Tahir’in meşhur laflarından birisini anımsayabiliriz: “Osmanlı’da oyun çoktur.” Yani devlet toplumu yönetme anlamında zekice iktidar tekniklerine sahiptir. Teknikleri işe yaramazsa esaslı bir tokat devreye girer.
Aynı Tahir, “Osmanlı’da oyun çoktur ama köylüde daha da çoktur” diye devam eder. Toplumun da bu devlet gücünden ve hilelerinden korunmak adına “zayıfların silahları” denilen pek çok baş etme biçimi yarattığını söylemek ister.
Köylüler, otoriteye diklenmenin bedellerini gayet iyi bilirler. Bu nedenle de devleti idare etme sanatında mahir hale gelirler. Direk çatışmaya girmezler ama devletin dediklerini de yapmazlar. Sürekli fiili durumlar yaratarak alanlarını genişletirler.
Demem o ki bu anlayış yaşadığımız dönemlere kadar etkilerini sürdürdü. Buralarda hakikat savunucuları her zaman azınlıktaydılar zaten.
Herkesin bir “resmi” bir de “özel” ideolojisinin olduğu topraklarda iktidar hakikati daha da eğip bükerse ne olur? Sanırım asıl meselemiz bu.
Yani “otoriterlik daha da derinleştiğinde neler yaşanıyor” sorusuna tarihten verilebilecek yanıtlarımız var mı?
Sanırım toplumun ekseriyeti böyle zamanlarda daha da içine kapanıyor ve kendilerinden beklenen “yalanları” söylemekte mahirleşiyor. İnanmak bambaşka bir şey elbette.
Bizde de böyle mi olacak? Olabilir. Ama ısrarla hakikati söylemeye, dillendirmeye kararlı olanlar, başka bir hakikat ve iktidar biçiminin mümkün olabileceği algısını yaratabilirlerse sıradan insanlar kulak verebiliyor, harekete geçebiliyor.
Yukarıda vurguladığımız gibi toplum eğer iktidar seçeneği olduğuna inanırsa ve çok büyük bedeller vermeden bu seçeneğin değerlendirilebileceğini hissederse işler değişebiliyor.
Tam da bu nedenlerle, iktidarın tüm baskılarına rağmen direnenlerin, hakikati dillendirenlerin neden bu kadar korku yarattıklarını anlayabiliriz.
Her zaman olduğu gibi hakikat bükücülerinin en büyük korkusu hakikatler ve onları savunanlardır.
16 Nisan Referandumu bu anlamda çok çarpıcı bir örnek olmuştur:
Evet’in propagandasını yapanlar tam da hakikat-sonrası toplumuna özgü her tekniği devreye sokmuşlar; sadece söylem değil söylemi yayma araçlarında da neredeyse tekele yakın bir gücü kullanmışlardır.
Sermaye, devlet, basın, üniversiteler bütünüyle iktidarın hizmetindeyken “Hayır” bileşenlerinin hakikat dışında bir silahları yoktu. Sadece hakikat ve adalet hissiyle imkansızı başararak yüzde 50’lik bir oy elde ettiler.
Ardından gerçekleştirilen Adalet Yürüyüşü de aynı mücadelenin, yani “hakikat ve hakikat bükücüleri” mücadelesinin bir başka perdesini oluşturdu.
Adaleti savunanlar, gündemi belirlediler. Baştan sona barışçıl bir eylem gerçekleştirdiler ve mağdurların aynası oldular.
Öte yandan onlara karşı olanların söyleyebildikleri tek şey “Bunlar FETÖ ve PKK’ya hizmet ediyorlar” türünden akıllara ziyan, deli saçması bir yaftadan ibaret kaldı.
Elbette hakikat bükücülerine de inananlar oldu ve olacak ama Adalet Yürüyüşü hakikatin bir değer olarak kıymetini bir defa daha gösterdi.
Yukarıda hakikat bükücülerinin ısrarla “gerçek demokrasi” iddiasında bulunduklarını söylemiştik. Buna benzer biçimde “medyanın özgür olduğu, orada farklı seslerin tartışabildiği” algısına da muhtaçtırlar.
Türkiye’de de televizyonlara baktığınızda bazı “karşıt” görüşlülerin tartıştıklarını düşünebilirsiniz. Oysa isimlerin seçilmesinden öz sansür baskısına kadar bir dizi kuralın devreye girdiği bir piyestir söz konusu olan.
Tam da bu nedenle hakikatçilerin kendi alternatif iletişim alanlarını oluşturmaları elzemdir ama bu tek başına yeterli değildir. Bu iletişim alanlarında gerçek bir kapsayıcılığa ihtiyaç vardır.
Bu mecralar sözü olan her kesime açılmalıdır. Böylece şimdiki iktidarın altını oyduğu kamusal iletişim alanı, başka mecralarda inşa edilebilecektir.
Şimdilik marjinal görünen bu alternatif mecralar kapsayıcı ve hakikatçi olabildikleri müddetçe zamanla ana akım haline de gelebileceklerdir.
Bu önemli konu daha da uzatılabilir ve başka yazıların da konusu olabilir. Ama son olarak hakikat bükücülerinin en çok korktukları şeylerden birisinin fıkralar ve bir bütün olarak mizah olduğunu anımsamakta yarar vardır.
Tahir’in sözlerini yeniden anımsayalım: Hem devletin hem de köylülerin oyuncu oldukları bir toplumda herkes alttan alta yaşanan ikiyüzlülüklerin gayet bilincindendir.
Ve bir Nasreddin’in çıkıp bir nükteyle kral çıplak diyebilmesi de bundan bağımsız değildir.
İşte bu yüzden hakikat bükücüleri mizahtan fena halde ürkerler…
Yorum Yap