- 19.10.2019 00:00
“İnsan biliyorsa eğer, sabretmekten yılmaz. Ne beklemesi gerektiğini biliyorsa, endişe etmez; sadece bekler.” Samuel Beckett
1989-1990 akademik yılı olmalı. 19 yaşında bir üniversite öğrencisiyim. Boğaziçi Üniversitesi. O zamanki adıyla Kamu Yönetimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü. 1. sınıf öğrencileri için zorunlu olan Siyaset Bilimine Giriş dersi alıyorum. O sene derse neredeyse her hafta başka bir hoca geliyor ve her biri uzman olduğu konuları anlatıyor. Bir nevi geçit töreni ya da akademik gövde gösterisi.
Binnaz Toprak’tan Üstün Ergüder’e, Gün Kut’tan, Kemal Kirişçi’ye bölümün tüm hocalarını tanıma şansımız oluyor. Etkileniyoruz. Etkileniyorum. Birinci senenin sonunda dönemin gözde bölümü İşletme’ye geçecek ortalamayı tutturuyorum, ama hocalar bana Siyaset Bilimini sevdirdiği için bolümde kalıyorum.
O sene dersimize giren hocalardan biri de Ayşe Buğra. Yanlış hatırlamıyorsam Siyaset Ekonomisi anlatıyor. Ayşe Hoca sınıfın nabzını tutmayı biliyor; aklı Manzara’da “piyasa yapmakta” olan bir grup “tiki” olarak girdiğimiz dersten ekonomi tartışarak çıkıyoruz.
Yıllar geçiyor. Akademisyen oluyorum. Ayşe Hoca ile yollarımız yine kesişiyor. Bu kez onu bir TESEV toplantısında eşine eşlik ederken görüyorum. Birileri bizi tanıştırıyor. “Merhaba. Osman Kavala”, diyor eşi. “Merhaba. Hakkınızda çok şey duydum”, diye yanıt veriyorum. Sonra Ayşe Hoca’ya donup “Hocam merhaba. Ben öğrencinizdim, ama kitle dersi, hatırlamazsınız”, diyorum. Haliyle hatırlamıyor. Ama her zamanki nezaketiyle “Çok memnun oldum”, diyor. Bunu derken gülümsüyor. Gerçekten memnun olduğunu hissediyorum.
Aradan yine yıllar geçiyor. Osman Kavala 18 Ekim 2017 gecesi İstanbul Atatürk Havalimanı’nda gözaltına alınıyor. Canım sıkılıyor. “Bu ülkede kimsenin özgürlüğü güvence altında değil”, diye düşünüyorum. Sonra Ayşe Hoca geliyor aklıma. Canım daha da sıkılıyor.
Projelerine destek vermesi için Osman Kavala’nın peşinden ayrılmayan “sivil toplumcuları” görüyorum. Kimileri eski öğrencim. Canhıraş kamuoyuna açıklama yapıyor, herkese Kavala ile bir ilgilerinin olmadığını anlatmaya çalışıyorlar. Midem bulanıyor. “Kötülüğün Sıradanlığı ve Küçük Eichmannlar Üzerine” diye bir yazı yazıyor, ipliklerini pazara çıkarıyorum. Elbette kimsenin umurunda olmuyor.
Ayşe Hoca “hangi eylemlerle … hangi delillerle Gezi Olaylarını finanse ve organize ettiği” açıklanmayan eşinin nasıl hapiste tutulduğunu sorgulayan bir açıklama yayımlıyor. Kendisiyle yapılan röportajlarda “Silivri’yi kötü bir yer olarak hatırlamayacağım, Osman’ı gördüğüm yer diye hatırlayacağım” diyor. İddianameden çok ucuz ve kalitesiz bir fotoromana benzeyen 657 sayfalık sürreel Gezi iddianamesi yayımlandığında bile soğukkanlılığını kaybetmiyor.
Ve bekliyor. Hukukun üstünlüğü ilkesinin çoktan unutulduğu bir ülkeden hukuk bekliyor; adalet duygusundan nasip almamış bir yargıdan adalet bekliyor; sadece iktidara yamananların nemalandığı bir düzenden eşitlik bekliyor. “Gün gelir, devran döner, belki insanların aklı başına gelir” diye umudunu kaybetmeden eşini bekliyor.
Çünkü başkalarının aksine ne beklediğini biliyor.
Yorum Yap