- 6.02.2016 00:00
AKP, Sünni İslam’ı, tıpkı Cumhuriyetçilerin merkezde araçsallaştırması gibi siyasi güç ve rant uğruna araçsallaştırdı ve Cumhuriyet’in kurumu olan DİB’i çıkarları için kullandı. Kürt meselesinde eski rejime teslim oldu, devletle özdeşleşti. Böylece eski rejimin zihniyet kodlama gücü ve demokrasi kültürünün yokluğu anlaşıldı.
Emevilerden başlayarak Selçuklu ve Osmanlı’da devamlılık gösteren husus Peygamber Sünniliğin gerçek bağlamından koparılarak devletin merkezinde yer alması, devlet yönetiminde araçsallaştırılıp yozlaştırılması ve yayılmacı asimilasyon politikalarında kullanılmasıdır. Arap etnik kimliğinin dışında kalanları ötekileştiren Emevî Sünnîliği, Saray’ın, dolayısıyla egemen sınıf iktidarının yanında yer aldı, kendi kaderini iktidarın kaderine bağladığı için statükoyu muhafaza etmeyi amaç haline getirdi. Bu bakımdan Emevî Sünnîliği Selçuklu ve Osmanlı’da da mevcut siyasî, ekonomik ve sosyal yapıya dinî meşruiyet kazandırmış, asimilasyoncu politikalarla Alevilere acımasız davranılmıştır. Kuşkusuz Sünnîlik içerisinde geleceğini devletin ve iktidarın bekasına bağlamayan, çıkar önerilerine uzak kalan ve Saray’a açıktan açığa tavır alan muhalif bir damar mevcuttur. Ancak bu damar etkili olamamıştır.
Başlarda Osmanlıcılığı savunan birçok Jöntürk, aynı zamanda romantik bir Türkçüydü. 1917’de Türkçülük siyasal anlamda bir canlılık kazandı. Bir yandan Batı’nın materyalist ve pozitivist zihniyeti alınırken diğer yandan Türk milliyetçiliği ön plana çıkıyordu. Ancak Sünni İslam, Türklüğün tamamlayıcı bir unsuru olarak önemliydi ve İttihatçılar siyasal çıkarlar gerektirdiği zaman devletin İslami niteliğini vurgulamaya hazırdılar. İttihatçıların ortak paydası, milliyetçilik, pozitivist anlayış, modernleşme yönünde eğitimin gücüne güven ve devletin toplumu şekillendirebileceğine ilişkin duydukları inançtı. Bu ortak paydada Sünni İslam gerektiği zaman kullanılacak bir araçtı.
Mustafa Kemal de İttihatçıların ortak paydasına katılmakla birlikte, dinin toplumsal ve siyasi açıdan öneminin de farkındaydı. Nitekim Milli Mücadele döneminde “Bizim kanun-i esasimiz (anayasamız) Kur’an-ı Kerim’dir” dedi. Ancak modernleştirme projesi uygulanmaya başladığında başat unsur Türklük ve Türkleştirme politikalarıydı. Kürtler bu nedenle inkâr ve imha politikalarına maruz kaldılar.
Laiklik ilkesi de modernleşmenin bir aracı olarak getirildi. Aslında gerçek bir laiklik söz konusu değildi. Sünni Müslümanlık Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasıyla devlet tarafından araçsallaştırıldı ve denetim altına alındı. Alevilerin tekke ve dergâhları kapatıldı. Kürtler, Aleviler, gayrimüslimler, devlete yamanmayan gerçek Müslümanlar mağdur oldular.
2002’de AKP, Sünni referansla çevreden merkeze geldiğinde bu statükoyla karşılaştı. AB dış dinamiği ve işbirliği yaptığı iç dinamikle önce merkezde ve iktidarda kalma mücadelesi verdi. Bu arada kendisini alaşağı edecek askeri vesayet rejimini orduyu hiçbir reforma tabi tutmadan yargıyı araçsallaştırarak dönemsel olarak geriletti. 2011’den itibaren ise dış ve iç dinamikleri devreden çıkararak, bürokratik kurumları şeffaflaştıracağına, aksine demokratik denetime kapalı ve iktidara bağlı hale getirip, merkezden rant dağıtan bir sistemi en uç noktaya taşıyarak eski statükonun tek adamla devamı sürecine girdi. Böylece Sünni referanslı AKP, Sünni İslam’ı, tıpkı Cumhuriyetçilerin merkezde araçsallaştırması gibi siyasi güç ve rant uğruna araçsallaştırdı ve Cumhuriyet’in kurumu olan DİB’i çıkarları için kullandı. Kürt meselesinde eski rejime teslim oldu, devletle özdeşleşti.
Böylece eski rejimin zihniyet kodlama gücü ve demokrasi kültürünün yokluğu anlaşıldı. Sonuç olarak sistemin ve halkın çoğunluğunun demokrasi, insan ve hukuk barındırmayan Türk-İslam sentezi ekseninde kemikleştiği görülmekte. Ancak Türkiye’nin bu haliyle belalı bir noktaya doğru gitmekte olduğu açık.
Yorum Yap