Tanrılar su içerse

  • 29.11.2018 00:00

 Geçen haftaki yazım üzerine bana ulaşan bazı eleştiri ve soruları da dikkate alarak aynı konuya devam etmek istedim. 

1982 yılında polisteki tahkikat ve sorgu işlemlerim tamamlanarak askeri savcılığa gönderilmek üzere bekletildiğim son birkaç günümü, tek başıma kapatıldığım bir askeri gözetim yerinde geçirmemi uygun bulmuşlardı. 2 ay boyunca hiç basılı kâğıt görememiştim. Orada bir soba bacasına, gazete sayfalarının tıkılmış olduğu görmüştüm. Heyecanla çıkarıp baktığımda ise, 5-6 ay öncesine ait eski gazetelerin sadece ilan-reklam sayfaları olduklarını ve boşuna ümitlendiğimi anlayıp kederlenmiştim. Oysa Stefan Zweig’ın Satranç isimli eserindeki kahramanı, hücreye kapatıldığında gördüğü cama yapışık gazete sayfasında hiç değilse Ağustos 1914’teki buğday fiyatlarının yükselişiyle ilgili bir haber bulmuştu. 
Neticede 68 gün sonra götürüldüğüm mahkemece tutuklanarak askeri cezaevine kapatıldıktan sonra koğuşumdaki ilk tanışma ve hoşbeşin bitmesiyle, okuyacak bir şeyler aramaya koyulmuştum. Koğuşta orta yerde duran çok az sayıda birkaç kitap vardı ve Anatole France’ın 1912’de yazdığı ünlü “Tanrılar Susamışlardı” kitabı dışında dikkatimi çeken kitap olmamıştı. Tahminimce biraz da ismindeki ilk çağrımın etkisiyle kitap pek ilgi çekmemiş gibiydi. Koğuştaki yeni arkadaşlarım epey bir zaman kitapçılık yaptığımı öğrendikleri için kitap hakkında verdiğim bilgileri dikkate aldılar ve sonraki günlerde de sırayla okumuşlardı.

Fransız gazeteci Mallet du Pan’ın 1793 yılında kaleme aldığı, “Fransız Devriminin doğası ve sürecini uzatan nedenler” başlıklı çalışmasındaki, ünlü “Satürn gibi, devrim kendi çocuklarını yiyor…" ifadesini kullanmıştı. (Satürn, Roma mitolojinde kendi yerine geçeceklerinden duyduğu korku nedeniyle bütün çocuklarını doğar doğmaz yiyen tanrı.)Fransız İhtilali sonrasındaki kanlı hesaplaşmaları anlatan kitabın isminin de bu sözden etkilenilerek verilmiş olduğu akla geliyordu. 
Bu söz, Robespierre’in yakın arkadaşlarından ve Fransız Devrimin en etkili önderlerinden Danton’un Nisan 1794’te giyotinle öldürülmesinden sonra yaygın olarak kullanılmaya başlanmış. Neredeyse 200 yılı aşkın bir zamandan beridir de adeta devrimlerin kaçınılmaz birer kaderiymiş gibi ifade edilmektedir. Nerede bir devrim gerçekleşmiş ve birileri iktidara el koyup otoriter bir yapı kurmuşlarsa, tanrılar da susamışlıklarını oralarda gidermişlerdi. Artık gerçekleşen istisnasız bütün devrimlerin ardından bir Jakobenizm dönemi gelmiş ve bütün devrimler kendi evlatlarını yemişlerdir.

David Priestland, “KIZIL BAYRAK - Bir Komünizm Tarihi” (2017) kitabında Robespierre için, ‘Destek tabanı giderek azaldı, Devrimi kitle desteği olmadan sürdürme çabasıyla, geleceğin komünist rejimlerinde yansımaları olacak yöntemlere yöneldi. “Karşıdevrimci” olmakla suçlananların cezalandırılması, propaganda ya da Jakoben dilinde “Terör” ve erdemin ön plana çıkarılması…’ tespitinde bulunduktan sonra şu sözlerine yer verir:

“Halk hükümetinin temeli, barışta erdemse, devrimde hem erdem hem terördür. Terörün olmadığı yerde erdem felakettir; erdemin olmadığı yerde terör güçsüzdür… Terör tetikte duran, sert ve yumuşama bilmez adaletten başka bir şey değildir. Demek ki terör erdemden kaynaklanır ve demokrasinin ülkenin en acil ihtiyaçlarının uygulanmasının sonucudur.”
Bu inanç ve politikayla devrimi yaşatmaya kalkan Robespierre, ‘Büyük Terör’ döneminde çıkarılan özel bir kanunla “halk düşmanı” ismi verilen bir suç kategorisi yarattı. Mart 1794 ile 10 Haziran 1794 arasındaki kısa sürede Paris’te 1251 kişi giyotinle idam edildi. 10 Haziran’da çıkarılan ‘Büyük Tedhiş Kanunu’ sonrasında ise Devrim Mahkemeleri kararlarıyla 27 Temmuz 1794 tarihine kadarki çok daha kısa sürede ise 1376 kişi idam edildi. 
Tarihçi Albert Soboul ise 1989 FRANSIZ İNKILABI TARİHİ (1969) kitabında bu rakamların dışında Fransa’nın Paris dışındaki birçok büyük şehrinde bazıları mahkeme bile edilmeden 35-40 bin kişinin daha öldürüldüğü bilgisini aktarır.
Netice olarak Robespierre 9 Thermidor (27 Temmuz 1794) günü alaşağı edildi ve kendisi de bir gün sonra mahkeme bile edilmeden 71 arkadaşıyla birlikte giyotinle idam edildi. Ardından Thermidor, 1. ve 2. Direktuvar dönemleri ve nihayet 18 Brumaire (9 Kasım 1799) Darbesi ile Napolyon Bonaparte sahnedeki yerini aldı. Bu arada 1789 İhtilali’nin önde gelen bütün liderlerinin bu evrelerde birbirlerini giyotine göndererek aşağı yukarı tümünün hayatının da sona erdiğini belirtelim.

Burada okuyucuya Fransız İhtilali tarihini aktarmak elbette benim haddim değil. Kaldı ki bu konularda uzmanlarınca yazılmış ve kolayca ulaşılabilecek binlerce sayfalık bilgiler de mevcut. Ancak bazı detaylara yer vermeden devrimlerin başlarına musallat olan bu “malum ve makûs talihlerini” anlatmak da olmazdı.
Karl Marx, “Jakobenler ciddi hatalar yapmıştı, fakat Jakoben dönemi hala tüm devrimci çağların deniz feneri, geleceğe giden yolu gösteren bir ışıktı” değerlendirmesinde bulunurken 20. yüzyılda ortaya çıkan devrimlerin hemen tümünün adeta değişmez kaderleri olan Jakobenizm dönemlerini pek öngörememiş ve kesinlikle yanılmıştı. David Priestland ise aynı kitabında, “Jakobenizm, bazı açılardan modern komünizm dramasının giriş sahnesidir”  diyor.

Ama bence komünizm karşıtı olduğu halde Cumhuriyet ilan ederek iktidara gelmesini bir devrim olarak ifade eden Mustafa Kemal Atatürk’ün, Takriri Sükûn Kanunu’yla İstiklal Mahkemeleri’ni devreye sokarak Şeyh Said Ayaklanması ve İzmir Suikastı Vakası sonrasındaki infaz ve sürgünler gerçekleştirmiş olduğunu dikkate alındığında, elbette Fransız İhtilali’nden etkilenmemiş olduğu söylenebilir. 
Nasyonal Sosyalist Partisi’nin iktidara gelişini Nazi Devrimi olarak açıklayan Hitler iktidara geldikten hemen süre sonra SS ve Gestapo’yu kurdu. Statükonun temini için Nazilerin iktidara gelmesindeki en önemli role sahip olan ve Nazilerin vurucu milis gücü olarak Kahverengi Gömlekliler olarak şöhret yapan, kısaca SA da denilen Sturmabteilung teşkilatından kurtulmanın gerekliliğine karar verdi. 30 Haziran-2 Temmuz 1934 tarihlerinde gerçekleştirilen “Uzun bıçaklar gecesi” operasyonu sonucunda başta kurucuları ve şefleri Ernst Röhm olmak üzere, SA’ların önde gelen belli başlı 400 kadar yöneticisi öldürüldüler. Buna da bir anlamda kendi çocuklarını yemek denilebilir.

Öte yandan 1917 Rus İhtilali de bu kaderden kaçamamıştı. Leon Troçki 1 Ekim 1933’te yayınladığı Sovyet Devletinin Sınıf Karakteri broşüründe, “… Bürokratik laçkalık Stalin’in kişisel plebisiter rejimi ile tamamlandığı ölçüde Sovyet Bonapartizminden bahsedilebilir. Fakat iki Bonaparte’ın Bonapartizmleri de ve onların şimdiki zavallı takipçileri de bir burjuva rejimi içinden geliştiler ve gelişmekteler; Sovyet bürokrasisinin Bonapartizmi ise Sovyet rejiminin üstünde yükselmektedir” der. 1936 yılında yazdığı İhanete Uğrayan Devrim (Köz Yayınları, İstanbul, 1980) adlı ünlü kitabında ise, Bürokrasinin Bolşevik Partisi’ni fethederek bir Sovyet Termidoru oluşturduğundan söz ederek, “Sovyet Devleti’nin, totaliter-bürokratik bir nitelik kazanmış olduğu…” tespitinde bulunur.

Tabii Fransız devrimi sonrasındaki her dönemde farklı yönetimler işbaşına gelmiş ve tasfiye ettikleri önceki yöneticileri giyotine göndermişlerdi. Ama Sovyetler Birliği’ndeki çeşitli evrelerde aktif rol almış bazı aktörlerin sahneden çekilmesi ve hayatlarının sona ermesinin yanı sıra farklı bir şey daha yaşandı. Bu evrelerin hepsini Stalin yönetti, 1953’te eceliyle ölünceye kadar hep başrolde kaldı ve kendi pozisyonunu kimseye kaptırmayarak daima yerini korudu. Geçen haftaki Kirov’un Öldürülmesi başlıklı yazımda Sovyetler Birliği’nde sürdürülen idam ve tasfiyelere değindiğim için burada tekrar detaylara girmeyeceğim. 
Rus İhtilalini takip eden ve başta Mao Zedong önderliğindeki Çin devrimi olmak üzere Küba,  Vietnam, Kamboçya gibi ülkelerde de aynı kaderin yaşanmasının önüne geçmek ve bir daha tekrarlanmaması için hiçbir çaba gösterilmedi. Hatta iktidar gücünü ellerinde tutanlar, kimi zaman senaryolar üreterek adeta bu “kaderin” tekrarlarını bile sahneye koydular. 
Son olarak AK Parti’nin başlangıçtaki reformist kadrolarının tamamen tasfiye edilerek etkisiz hale getirilmeleri, yerlerini statükocu ve parti önderinin hiçbir fikrine itiraz etmeyen, sorgulaman ve siyasetçiden çok birer parti memuru karakterinde olan insanların almış olmaları ve yeni müttefikler edinerek hâlâ inşası sürdürülmekte olan Tayyip Erdoğan önderliğindeki 2. Cumhuriyet’in de benzer bir kaderi paylaşmakta olduğunu ifade edebiliriz. Ama tabii yukarıdaki örneklerden farklı olarak henüz ölümle biten bir tasfiye yaşanmadığını da özellikle belirtmeliyiz. 
İyi haftalar diliyorum.

 

*kurdistan24.net/tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar K24 Medya’nın kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums