- 14.12.2012 00:00
Geçen hafta sonu Adıyaman’daydım. Küçük Millet Meclisi’nin Adıyaman toplantısına moderatör olarak davet edildim. Hayatında kendini bile yönetmeyi beceremeyen ben, bir toplantıyı yönetebilme yeteneğimin olup olmadığını öğrenme adına davete icabet ettim. Şu anda yazabildiğime göre en azından büyük bir sorun olmadı demek ki. Kişisel başarı haneme yazdım bunu. Zaten hayattaki en büyük başarım, gittiğim yerden sağ salim dönmektir, ki bu da çok önemli bir şey.
Aslında bu benim Adıyaman’a üçüncü gidişim. İlk gidişimde yaşadığım bir anımı anlattım toplantıda. Şöyle ki; 1997 yılında TSK ile YÖK “Mehmetçikle öğrenciler el ele” adı altında Adıyaman’da ağaçlandırma kampanyası başlatmıştı. Üniversite öğrencileri askerlerle birlikte Adıyaman’ın değişik yerlerine ağaç dikiyordu. Gazeteci olarak ben de bu kampanyayı 15 gün süreyle takip edip, haber yaptım. Bir gün Adıyaman-Malatya karayolunda bulunan bir bölgede ağaç dikiliyordu. Uzakta dere kenarında bir köy vardı, gazeteci arkadaşlara oraya gitmeyi teklif ettim. Bir süre yürüdükten sonra köye vardık. Derede ayakkabılarımızı yıkadıktan sonra, dönüş yolunda bir adam yolumuzu kesip, çay içmeye davet etti. Eve girdik, buyur ettiği odanın duvarında Hazreti Ali’nin fotoğrafı asılıydı. Birden çay daveti yemeğe dönüştü. Tütüncülük yapıyordu ve çok az geliri olduğunu anlattı bize sohbet esnasında.
Ağaç dikme sürecinde bir şey dikkatimi çekmişti. Köylüler ağaç diken öğrencilere ve askerlere uzaktan bakıp, yanlarına yaklaşmıyordu. Bunu sordum kendisine. “Korkuyorlar” dedi. Ve anlatmaya başladı:“Köyümüzün geliri az olsa da huzurlu bir yerdir. Kimsenin kimseyle kavgası gürültüsü yok. Devletle de yoktu. 12 Eylül darbesinden birkaç ay sonra köyümüze askerler geldi. Başlarında bir başçavuş vardı. Köyün kadınlarını ve erkeklerini az önce sizin ayaklarınızı yıkadığınız yerde topladılar. Hava dondurucu soğuktu. Başlarındaki komutan erkeklerin soyunmasını istedi. Direnenleri dipçikle dövdü askerler. Çırılçıplak soydular bizi. Kadınların yanında aşağıladılar. O günü yaşayan her köylüde bu işkencenin izleri durur. O nedenle uzak durdular sizden.” Nefes almadan dinlediğim bu hikâyeden sonra “Neden” diye sordum adama... Sardığı tütünden derin bir nefes çektikten sonra cevap verdi: “Biz Aleviyiz ya. Solcuyuz diye bu eziyeti reva gördüler.” O gün o sofrada dinlediğim köylülerin hikâyesi yeniden canlandı belleğimde.
Darbecileri yargılamanın önünü açan referandumda, “Yetmez ama evet” diyenlerdendim. Kenan Evren’in yargı önüne çıkarılmasında o “evet” demenin önemli olduğunu, dinlediğim hikâyedeki insanlar adına da, 31 yıl önce yaşı büyütülerek 13 aralıkta idam edilen Erdal Eren adına da önemli olduğunu düşünüyorum. AKP’nin özellikle son iki yıldır demokrasi ve hukukun üstün olduğu bir devlet modelinden çıkıp, diktatörlüğe özenmesini “Yetmez ama evet”çilerden bilen bir cenah var. Bir kısmı kendisini solcu diye tanımlıyor. Sivil bir iktidarı devirmek için askerlerle işbirliği yapıp, bu ülkede suikastlar düzenleyenleri de savunmakta beis görmüyorlar. Ülkede işlenen karanlık cinayetlerin aydınlanması için çok önemsediğim Ergenekon davası sanıklarına destek vermek de var bu solculukta. Alçakça katledilen Hrant Dink için “adalet isteme” yürüyüşlerine katılmak da... Hrant Dink’i ölüme götüren taşların en önemlilerini döşeyenler bugün Ergenekon davası sanıkları arasında.Nasıl oluyor da hem Ergenekon davası sanıklarına destek verip, hem de Dink için “adalet” istenebiliyor. Bunun devletin bekası için kendi Kemalist evladını suikast düzenleyerek öldürüp, İslamcıların üzerine atan İttihatçı zihniyetle ilgisi olmasın sakın? Biri bana anlatsa iyi olur, kafamız basmasa da böyle alengirli işlere...
tuncerkoseoglu@gmail.com
twitter@TncrK
Yorum Yap