- 27.09.2011 00:00
İçinden geçmekte olduğumuz süreç devrimci- demokratik ve sosyalist güçlerle özgürlükçü Kürtlerin mücadeleci birlikteliğini, hem zorunlu ve hem de olanaklı kılıyor.
Faşizan baskı ve yasaklar, yoksulluk, sefalet ve işten atmalar; Parlamenter Kürt hareketini tasfiye saldırıları, askerî operasyonlar, kitlesel tutuklamaların artarak devam etmesi; kamu yararı ve iş güvencesi gözetmeyen özelleştirmelerin sürgit devamı, kıdem tazminatının gasp edilmesi hazırlıkları, esnek çalışmanın yaygınlaştırılması, emekçi örgütlerine baskı ve sendikasızlaştırma çabaları...
Dış politikada ‘’komşularla sıfır sorun’’ konseptinden ‘’Neo-Osmanlıcılık’’a ikâme olma ve BOP eş başkanlığı örtüsüyle gizlenmiş ABD jandarmalığının, müslüman komşu ülkeleri tehdit eden füze radar sistemlerini kurmaya kadar götürülmesi; Akdeniz’de Rum-Yunanve İsrail’le savaşın eşiğine gelinmiş olması vs. başka türlü bir yönetme anlayışının, barışı ve özgürlüğü egemen kılacak bir iktidar olanağının ortaya çıkartılması çabalarını da arttırıyor.
2002’den bu yana, AK Parti’nin askerî vesayet ve yüksek yargı oligarşisine karşı vermiş olduğu mücadele ile Kürt sorununun çözümüne yönelik dillendirdiği ‘’açılım’’söylemi, geniş halk kitlelerinin görünür desteğini arkasına almasını sağladı sağlamasına ama, Başbakan, ustalık dönemi olarak nitelediği bu son dönemini, Türkiye toplumuyla kendi çıraklığı arasında oluşturduğu duygusal köprüleri yıkarak geçirdi..
Fütursuz bir özelleştirme tutkunu olması bir yana, kıdem tazminatı gibi emekçilerin kazanılmış haklarına ve iş güvencelerine saldıran, halkına dünyanın en pahalı elektrik ve akaryakıtını kullandıran, asgari ücret ve emekli maaşlarının ev kiralarını dahi karşılamadığı, açlık ve yoksulluğu reva gören bir iktidar, bu ülkenin değişmez kaderi olarak sonsuza dek ayakta kalamaz tabii ki.
Makro ekonomik veriler ölçü alındığında; Türkiye, gelişen bir ekonomiye sahip bir ülke ve son yılda Çin’in ardından dünyanın ikinci büyüyen ekonomisine sahip. Bu durumda yapılması gereken asıl şey, toplam zenginliğin işsizlik ve yoksulluğun olumsuz etkilerini ortadan kaldırmasına hizmet edecek adil bir bölüşüm mekanizmasını hayata geçirmek olmalıyken, bütçeden hatırlıca bir kaynak, savaş maliyetlerinin her yeni gün arttığı askeri harcamalara kanalize ediliyor.
Ekonomik büyüme verileri ve son seçimlerde alınan % 50’lik seçmen desteğininBaşbakan’a aymaz bir otorite ve abartılı bir özgüven kattığı belli. Partisi içinde tek adam olma, teşkilat içindeki her türlü pozisyonda tek belirleyici olma ve örgüt içi demokrasiyi işletmeme konumu Başbakan’ı eleştirilemez kılarken, üç dönem boyunca oluşturduğu yandaş bürokrasi ve medya ağıyla da adeta kutsal bir hâleye büründü Başbakan.
Aşırı yetki ve güç kullanımının, uluslararası ilişkilerde nasıl tedavisi imkânsız yaralar açtığını yakın tarihte yaşadı insanoğlu. Bölgesel ve Dünya sathında yapılan tüm savaşlar biraz da bu ölçüsüzlüğün ve güçlü olduğuna inanmanın verdiği özgüvene sahip liderler eliyle felaket getirdi yeryüzüne.
İçeride ve dışarıda kibir ve hamasetin aymazlığına düşen Başbakan, barışı lügatından çıkarmış görünüyor. Diplomasi becerisinden uzak, uluslararası kamuoyu kararları ve devletler hukukunu tanımayan AK Parti hükümeti, Akdeniz’de petrol arayan Rum-Yunan’a sataşıyor, İsrail’e savaş ilan etmeye hazırlanıyor.
Diplomatik yeteneksizlik, bu ülkeyi bir karanlık girdaba, bir gayyâ kuyusuna itiyor ve Başbakan kendisine ve politikasına karşı olan diğer % 50’lik kesime rağmen savaş naraları atabiliyor.
Kürt sorununu barışarak çözmek yerine askerî operasyonlarla ezmek niyetini daha seçim öncesinden açıklamıştı Başbakan. Buna uygun hareket ettiği ve Kandil’in bombalanması dahil sınır ötesi hareketlerin hız kesmediği de aşikâr. Rutin hale gelen KCK tutuklamalarıyla her gün onlarca BDP yöneticisi ve seçilmiş belediye başkanının cezaevlerine tıkılması beklenen bir çabaydı ama, son iki aydır onlarca insanın ölümüne yol açan çatışmalı ortamı durdurabilecek tek isim olan Abdullah Öcalan’ın avukatlarıyla görüştürülmemesini ve muhtemel ‘ateşkes’ ilânını açıklamasını engelleme girişimini, savaş severlikle müphem histerik bir ruh hali olarak görmenin ötesinde, başka türlü bir iktidar biçiminin imkânı üzerine kafa yormak gerekiyor şimdi.
Son genel seçimlere Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku olarak giren ve seçilmiş 36 milletvekili ile BDP’ye katılan bağımsız adaylar; diğer siyasi parti, hareket, STÖ ve doğa-çevre aktivistleri ile 20 Ağustos’ta yaptığı toplantı sonucunda, Blok bileşenleri ve bloğa dahil olmayan birçok siyasi parti ve sivil toplum örgütü , “Kongre Hareketi”ne dönüşme kararı aldı.
Seçimler öncesinde, Blok’un bir seçim bloğu olmadığı, bunun genişleyerek ve derinleşerek süreceğini ve hakim iki kutba karşı 3. odak olacağı konusunda bir görüş birliği ve perspektifi vardı ve seçim sürecinin hemen ardından da bu yönde çalışmalar yapılacağı ortadaydı.
Bugün,Türkiye'nin tüm renklerinin ve barıştan, özgür, eşit bir yaşamdan yana olan tüm demokrasi güçlerinin, Kongre'de bir araya gelmesi, Türkiye'yi iç savaşa sürüklemek isteyen politikalara karşı verilebilecek en anlamlı yanıt olarak görünüyor.
Türkiye’nin tüm vilayet ve büyük ilçelerinde çalışmaları yürütülen kongre hareketiyle; halklardan, ezilenlerden, yok sayılanlardan, emekten, özgürlükten, doğadan, eşitlikten, barıştan ve demokrasiden yana olanlar gerçek bir alternatif yaratmak için örgütleniyor.
Kongre'nin politikalarını bir ‘çatı partisi’ ile devam ettirmek girişimi, nihaî hedefleri arasında bulunuyor. Ancak önceliğin Kongre'de olması, Parti oluşum sürecinin de Kongre kararlarına bağlı olarak gelişmesi öngörülüyor.
Kongre hazırlık grubunda yer alan bileşenler ise şöyle:
Barış ve Demokrasi Partisi, Demokrasi ve Özgürlük Hareketi, Devrimci Sosyalist İşçi Partisi, Emek Partisi, Eşitlik ve Demokrasi Partisi, Ezilenlerin Sosyalist Partisi, İşçilerin Sosyalist Partisi, Hak ve Özgürlükler Partisi, Kaldıraç, Köz, Sosyalist Birlik Hareketi, Sosyalist Dayanışma Platformu, Sosyalist Demokrasi Partisi, Sosyalist Gelecek Parti Hareketi, Toplumsal Özgürlük Platformu, Türkiye Gerçeği, Yeşiller Partisi.
Aleviler, Süryaniler gibi inanç gruplarının yanı sıra Türkiye’de yaşayan kimliklerin sahipleri Lazlar, Gürcüler, Osetler, diğer Kafkasya halklarından temsilciler, doğanın tahribine karşı mücadele yürüten Karadeniz İsyanda, Derelerin Kardeşliği gibi çevreler, Yeşiller Partisi, insan hakları örgütleri…
Emek çevrelerinden, sendikalardan tüzel kişilik olarak değil ama sendika temsilciliği sıfatını şahsen üzerinde taşıyan kimi yöneticiler ve yanı sıra aydınlar, kanaat önderleri, siyasi şahsiyetler de sürece şu an katkı veriyorlar.
Başka türlü bir iktidar mümkündür pekâlâ…
Yorum Yap