- 9.02.2018 00:00
Tarihsel zamanlamalar konusunda cüretkâr olduğumu; 20.Asrı 1945’de başlatıp 1989’da bitirdiğimi, 21.Asrı başlatmak için milleniumu beklemediğimi talebelerim iyi bilir. Ne tuhaf değil mi? 100 sene devâm ettiğini sandığımız bir zaman kesiti aslında neredeyse 150 sene sürebiliyor. Veyâ tam tersine 45 senede bitebiliyor. Tabiî ki târih yazımı ve algısı da buna göre değişecektir. Şu aralar yaşananlara baktığımda 1989’da başlamış olduğunu düşündüğüm 21.Asrın da sonuna geldiğimiz ciddî ciddi düşünmeye başladım.
Ekonomi ile siyâset arasındaki ilişkiler hakikâten de çok cilveli. Siyâsal akıl ve kudret, ekonomiyi önceleyen ve onu güdümleyen bir güce sâhipmiş gibi görünüyor. Yerkürenin ve insanlığın târihinde devlet olarak tanımladığımız müesses düzen; yine “egemenlik” olarak bildiğimiz nihâî karar alabilme kapasitesine işâret ediyor. Weberci târifi üzerinden gidelim; nihâî tahlilde meşru zora başvurma tekeli” olan devlet kalemi kırdığında yapacak bir şey yoktur.
Ekonominin târihini modern târihin dışında değerlendirenlerden değilim. Ekonomi, modern; yâni kamusal manâsıyla ekonomidir. Ve bu, kavramının ilk defâ felsefesini yapan Aristo’nun “Oikonomia”; yâni “ev idâresi” manâsının çok, ama çok dışındadır. Siyâsetin(devlet) ekonomi karşısında târihsel olarak da baskın bir kapasiteye işâret etmesi biraz da bu sebepledir. Devlet, binlerce senelik bir târihin akışı içinde kamusal alanın (res publica) yegâne hâkimidir. Kimilerine göre son 500; kimilerine göre de son 250 senelik modern târihin ayırd edici farkı, ekonominin sınırlarını ve ölçeğini büyüterek, sermâye ve emek piyasalarının merdivenlerini tırmanarak, teb’anın içinden ulusu ve sınıfları da kapsamak sûretiyle kamusal alana çıkmasıdır. Bu, siyâsal akla ekonominin âdetâ şirk koşmasıdır.
Devletler bu yeni rakiple, yeri gelmiş didişmiş; yeri gelmiş uzlaşmıştır. Uzlaşmanın iki ekseni olduğunu düşünüyorum. İlki sermâyenin kendisini “büyütmesiyle” bir âlâkalı. Sermâyenin kendisini büyütmesi, müthiş bir “devlet alt yapısının” kurulmasını gerektiriyordu. Standartlaştıma ve merkezîleştirme olmaksızın sermâye kendisini büyütemezdi. Buna ilâveten, büyük mâliyetli yatırımları ancak devlet yapabilirdi. Sermâye, kamusal bir kapsama ulaşıyordu; ama kamusal pozisyonu kamusal bir bilinç yönetmiyordu. Bu bilinç ve onun tekmil tecrübesi devletlere âitti. Bunu akleden sermâye hesap vermesi şartıyla devletlere düzenli vergi ödemeyi kabûl eder hâle geldi. Fiskâl tazgâhlar, kimilerinin ekonomipolitik; kimilerinin de politik ekonomi dediği “devlet-ekonomi” kumaşını dokumuştur.
Devlet ve ekonomi arasında kurulan ikinci bağın ise ekonominin rekâbete kapanmasıyla; yâni korunma-kollanma ihtiyâcıyla alâkalı olduğunu düşünüyorum. Sermâye büyümesini, devletlerin kuvvetini arkasına alarak piyâsaları ezerek sağladı. Parantez içinde belirtelim; piyasa kapitalizm ilişkisi tam bir efsânedir. Sermaye birikiminin kendi içindeki rekâbeti ise “devlet-ulus “ parametreleriyle düzene konuldu. Devlet ve ulus tek piyâsa(!) manâsına gelir. Hoca Nasreddin’in kanatları kesilmiş kuşu ne kadar kuş ise, çoğulluğunu kaybeden piyasa da o kadar piyasadır.
Ama artık net gözüken bir şey var: bu iki akıl; yâni sermâyenin ekonomik aklı ile devletin siyâsal aklı esasta asla uzlaşabilir değildir. Eğer bir uzlaşma var gibi görülüyorsa, bu daha çok, kuvvetlerden birisinin diğerini nüfûzu altına almasıyla âlâkalıdır. Sermâye -devlet ilişkisinde târihsel olarak baskın olan devlettir. Târihsel düzlemde Ricardo ve Marx’ın öngördüğü gibi ekonominin güçlerine dayalı bir siyâsetten değil; Adam Smith ve diğer İskoç Aydınlanmacılarının öngördüğü siyâsetin güçlerine dayalı bir ekonomilerin hüküm sürdüğünü idrâk ettik. Elbette sermâyenin karşısında diz çökmüş generaller, devlet adamları vardır; ama devletin karşısında hizâlanan işadamları kadar değil….En devletsiz sermâye birikimine misâl verilen ABD bile en nihâyetinde devletsiz yapamadı. Unutmayalım, New Deal Amerikan devletçiliğinin diğer adıdır.
Ama bâzen ekonominin güçleri kendilerini güvende hisseder ve devletlerin kendilerini koruyan sınırlarını bile görmezden gelir. Hattâ tam bir vefâsızlıkla bir zamanlar kendisini koruyan hudutlar ve kurumları topa tutmaktan çekinmez. Bir bakarsınız; sınıfları acımasızca ezen, sicili hukuksuzluktan geçilmeyen sermâye; her ne olduysa ansızın “hidâyete” erer. Amansız bir insan hakları savunucusu olur; çevre için, balinalar, yunus balıkları, eşcinseller ve bilcümle dezavantajlı gruplar yararına ter dökmeye başlar. Hattâ, ekonomizmde olduğu üzere ,sanki varmış gibi ezdiği piyâsalara güzellemeler yapar. Finansal sermâye ile reel sermaye arasında bir fark var. Reel sermâye, hudut ve kurumlardan şikâyet eder ama finansal sermâyeye göre devlete daha fazla bağımlıdır. Bu ikisini aynı baba ocağının (devlet) gözü dışarıda evlâtları olarak görelim. Gözü en fazla dışarıda olan finansal sermâyedir. Reel sermâyeyi de kışkırtmış ,evden kaçmışlar, bir süre dışarıda günlerini gün etmişlerdir. Bu arada literatilerine ,“baba ocağına” ağıza alınmayacak her türlü küfrü ettirmişlerdir. (Hoş, ocağın da sicili bu küfürleri kaldıracak kadar bozuktur).
Artık aşağı yukarı kestirebiliyorum: 20.Asır, 1945-1989 arasında yaşanan güdük, bodur bir çağdı. Serâpa devletli bir kapitalizmdi bu. 21.Asır ise 1980’lerden 2010’lu senelere kadar devâm eden hâliyle, ekonomik târihin siyâsal târihten ayrıştırmanın şenlikli denemesiydi. Ulussuz, devletsiz yaşanabileceğine bir hayli inanıldı. Ekonomik cinliğin bizi uçuracağını sandık.. Şu anki tablo nedir derseniz; baba ocağı eline sopayı aldı. Devletlerden kurtulacağımızı zannederken, babalarımızı karşımızda buluyoruz. Evin sâdık yâranları olan uluslar babanın yanında…Eve ihânet edenler ise dışarıda. Reel sermâye, kardeşinin aklına uyduğu için içten içe pişman. Babanın “eve dön” çağrıları uykularını kaçırıyor. Finansal sermâye ise narsisizmiyle direniyor; 21.Asrı belki de bitirecek olan son savaşa hazırlanıyor….
Yorum Yap