- 14.12.2017 00:00
PKK’nın geçirdiği evrim bir hayli dikkât çekici bir mâhiyet kazandı. PKK; veyâ PYD bugün ABD’nin himâyesinde sevk ve idâre ediliyor. Aslında bu merhum Ahmet Kaya’nın meşhûr ifâdesiyle; çok “yaman bir çelişki”yi de düşündürüyor. Yaman çelişki kavramı,aslında antagonist zannedilen çelişkileri bile eriten bir çelişkiyi ifâde ediyor olsa gerekir.
Bilindiği üzere, kuruluşu îtibârıyla PKK Marksist-Leninist ve dahi Stalinist bir teşkilât olarak temâyüz etmişti. Aslında bu, ideolojik bir tekerlemedir. Marksist olmak, aslında Leninist olmayı; Leninist olmak ise Stalinist olmayı gerektirmez. Bunu ilk defâ, seneler önce tanıdığım bir Fransızdan işitmiştim. Kendisinin Marksist olduğunu; Lenin ve Stalin’in doktrinlerine ise şiddetle karşı çıktığını söylemişti. Tekerlemeyi çok sık duyan birisi olarak çok şaşırmıştım. Tabii sorunca ayrıntılarına girdi ve hayli tutarlı bir şekilde gerekçelerini ortaya koydu. Bu tekerlemenin Fransa’da karşılığını olduğunu; lâkin bunun ciddî bir okuma ve değerlendirme zaafı içerdiğini söylemişti. Daha ileriki zamanlarda, sâdece Lenin ve Stalin’in değil; Marx’ın en yakın çalışma arkadaşı olan Engels’in yaklaşımını da reddeden Marksistleri de tanıdım.
Zihinler bir hayli bulanıktı. Ama bir miktar dikkât edildiğinde, bâzı temel hususlarda çok ciddî savrulmaların olduğu âşikârdı. Meselâ Marx, ulusal sorunların bir zihinsel sapma ve aldanma olduğunu; târihin esas dinamiği olan sınıf savaşlarını perdelediğini kuvvetli tonlamalarla iddia ediyordu. Diğer bir mühim nokta da, işçi sınıfının devrimi yapma kapasitesinin, ileri kapitalist birikimlere sâhip toplumlarda, meselâ İngiltere’de mümkün olduğunu iddia etmesiydi. İngiltere’ye göre çok daha geri bir evrede gördüğü, feodal tortulara sâhip Almanya için bile devrimin başarı ihtimâli yoktu. Hâsılı Marx, arzuladığı devrim için, ikinci serflik devrinden geçen Doğu Avrupa’yı diskalifiye ediyordu.
Gelin görün ki, Marx’ın bu değerlendirmesi, acûl Bolşevikleri tatmin etmedi. Lenin, devrimin Marx’ın dediğinin tam da tersine, Batı’da değil Doğu’da gerçekleşeceğini, çünkü artık emperyalist safhaya geçildiğini ileri sürdü. Bu, basit olarak bir yorum farkı değil; düpedüz Marx’ın mirâsının reddiydi.
Leninist jargonla, devrimin rüzgârlarının Batı’dan Doğu’ya değil; Doğu’dan Batıya eseceğinin ilânı, Marksist terminolojide “geri târihsel yapılar” olarak tanımlanan yapılara izdüşürülmesi ortalığı allak bullak etti. Kaçınılmaz olarak “ulusal” sorunlar, “köylülük” devrimi tanımlayan esas unsurlara dönüştü. Ortaya tuhaf melezlenmeler çıktı. Milliyetçi; hattâ ona eklemlenen yerelci (nativist) dinsel duygular ile sosyalist duyarlılıklar arasında tuhaf melezlenmeler yaşandı. Bu; Marx’ın dünyâ görüşüyle bağdaşması neredeyse imkânsız olan tabloydu. Maoculuk ise bu melezlenmenin en kaba; Pol Pot rejimi ise en kanlı yorumları olarak tezâhür etti.
Stalin ise, yine Marx’ın devlet konusundaki temel tezini ters yüz etti. Marx, yine bilindiği üzere devletin “egemen sınıfların, ezilen sınıfları baskı altında tutmasını sağlayan bir aygıt” olduğunu, sosyalist devrimin, devletin sönümlenmesini hedef aldığını husûsen vurguluyordu. Gelin görün ki Stalin, bir taraftan Sovyet uluslarını Moskova’nın diktasına sokuyor; diğer taraftan da “sosyalist devletin” ideolojik olarak bayraktarlığını yapıyordu.
İpin ucu kaçmıştı. Zaman içinde Marksist-Leninist-Stalinist tekerlemenin en kaba resmî boyutunu temsil eden Sovyetler ile onun en kaba köylücü yorumunu oluşturan Maoculuğun bile düşman kamplara ayrıştığını gördük. Tuhaf olan Batı’da devrim yapma umudunu kaybetmiş olan devrimcilerin de bu bölünmeye dâhil olmasıydı. Avrupa Komünist Partileriyle 68’liler arasındaki bölünme bunun ıspâtıdır.
Duvarın yıkılması ve Çin’in ve diğer sözüm ona sosyalist devrim yapmış Güneydoğu Asya devletlerinin kapitalist ilişkilere uyumlulaşma doğrultusundaki çözülmesinden sonra, bu melez ideolojik mirâs romantize edildi. Tabiî ki resmî boyutu târihe gömüldü. Bunun yerine, ister Aydınlanmanın reddi; isterse yeniden yorumlanmasıyla kültüralist talepler önplâna geçirildi. Bunu en başta liberâl veyâ yeni sol yaptı. Diğer taraftan köylücü damar, paganlığa mâtuf güzellemelerle (bol oksijenli, bahar yaşayan dağlar) fetişleştirildi. Bu bana hep Marx’ın üzerine düşen eğreti bir Rousseau hayaletini anımsatıyor.
Aslında artık anlaşılıyor ki, sistem karşıtı hareketler, sistemin bir parçasıdır ve sistem tarafından massedilmektedir. Tuhaftır ki, bunu gören, trajik bir biçimde de olsa yine aklı başında bâzı Marksistler oldu.
PKK’nın serencâmı, yukarıda kısa bir değerlendirmesi yapılan en az üç katmanlı bir târihsel sapmayla tam da buraya oturuyor. Paganlık, popülizm, köylücülükle estetize edilen kabîleci bir kültürel dünyâdır bu. Bu kültürel yapı, onun ideolojik tekerlemelerini de, önemsizleştirip marjinalize ediyor. Ortaya çok gevşek ve bedeli mukâbilinde tutanın elinde kalan bir teşkilât çıkıyor.
Yorum Yap