- 20.11.2017 00:00
ATO tatbikâtında yaşanan son skandal daha çok su kaldıracak gözüküyor. NATO yetkilileri, başta Genel Sekreter olmak üzere, hâdiseyi ârızî gösteren; bu sûretle vaziyeti geçiştiren; üzerini örtmeye gayret eden bir yaklaşım sergiliyor. Özürler havada uçuşuyor….
Evvelemirde meseleye en soğuk seviyeden bakalım: NATO gibi, dünyânın en başat teşkilâtlarından birisi için bu skandal ne manâya gelebilir? Eğer NATO başından beri bu kadar ucuz bir skandala açık kapı bırakan bir yapıdaydıysa; Allah insanlığı büyük bir fâciadan korumuş demektir. Çünkü NATO, nihâyetinde teknik bir bakışla bakıldığında; tahrip kuvveti sınırsız olan silâhlara sâhip; çok tehlikeli, kritik bir savaş cihazı değil midir? Düşünebiliyor musunuz; demek ki; en az yarım asır (1945-1989) boyunca nükleer bir savaşın eşiğinde yaşamış bir dünyâda; NATO çalışanı iki “kendisini bilmez” teknisyen; yapacakları bir “densizlikle” insanlığın mahvoluşuna sebep olabilirdi..Veya karşı casusluk ağıyla NATO’nun bünyesine yerleşmiş iki teknisyen, operasyonlarını tamamladığında dünyâdan geriye bir şey kalmamış olurdu. Dolayısıyla bu “hatâ”, öyle geçiştirilebilir; “haydi unutalım” diyebileceğimiz nevinden bir hatâ değildir. Havada uçuşan özürlerin samimîyetine inanmamız isteniyorsa, bu gibi durumlarda yaptıkları rutin bir tatbikatı yapmalarını; en azından “dükkânı bir süreliğine kapatmalarını”; NATO faaliyetlerini durdurmalarını; yeni, etkili ve alternatif reorganizasyon modelleri üzerinde çalışmaya başlamalarını beklemeliyiz.
Maalesef böyle olmadı. Olacağı da yok.. Yaşanan kepazeliğin gerçek boyutları küçültülüyor ve bunu unutmaya zorlanıyoruz. O zaman da, tıpkı Muavenet ve Çuval hâdisesinde olduğu gibi “kasıt” akla geliyor. Gelin görün ki bu ihtimâli dillendirenler de, akabinde komplo teorileri geliştirmekle suçlanıyor.
Şimdi soğukkanlı olarak bakalım: Bir şeyin üzerini örtmek; tozu toprağı, çeri çöpü “halının altına süpürmek”, “Doğulu” olmanın târihsel alışkanlığı olarak gösterilir. “Batı, açık toplum olmayı başardığı için sorunlarını görmezden gelmez; medenî bir cesâret ile sorunlarıyla yüzleşmeyi bilir”; yüzleşmenin neticesinde, sorumluluk ahlâkıyla ödenmesi gereken bedeller de ödenir” denir Peki, o zaman bu nedir Allahaşkına? Türkiye’ye dönüp; “Vallahi bir yanlışlık olmuş. Kusura bakmayın. Gereğini yaptık. Bu iki teknisyenin işine son verdik. Ama siz de artık uzatmayın” demek; yüzleşmek ve gereğini yapmak mı oluyor.
Günahların, suç ve hatâların üzerine yatmak, kanâatimce yaygın bir insanlık durumu. Bunun Batı’sı, Doğu’su yok. Yapan bunu her yerde yapıyor. Kültür târihlerinin bâzı pratik ve gelenekleri üzerinde genellemeler yapmamak gerekir. “Efendim Batı’da îtiraf (confession) geleneği vardır. Adamlar günahlarını itiraf ederek; daha sonra da bu geleneklerini sekülerleştirerek medenî cesaret ve erdem kazandılar” tarzında bir değerlendirme yapmak düşündürücü, ilgi çekici olmakla berâber pek de doğru gözükmüyor bana. Yüzleşmek, îtiraf etmek, özür dilemek ve gerekirse her türlü bedeli ödemek gibi, sözüm ona ahlâkî bir zincirleme reaksiyona oturtulan bu kurgu, elbette Suç ve Cezâ'da olduğu gibi edebî bir şaheser vücûda getirmiştir. Ama pratikte ve hayâtın anaakımınlarının akıştığı vasatlarda, tablo asla bu değildir. Çok dolandırmadan , bu kurgunun brütlerinden netlerine gidelim.. Yüzleşme iddiası; târihin en büyük yüzsüzlüklerine; îtiraf iddiası târihin en pis kokulu gizli saklılıklarına evrildi; özür dilemek ise en geçiştirilemez şeyleri geçiştirmeyi sağladı. Eee, diyalektik bu… Bedel ödemeye gelince , hayır, hiç kimse bedel ödemedi. Hattâ muhtevâsı değil, sadece gösterileri olan bu kurgu, bedel ödememenin sigortası oldu. “Eee yüzleştik ya”; “Eeee îtiraf ettik ya”…”Eeee özür diledik ya” demek sûretiyle sanki bedel ödemiş gibi bir izlenim sağlıyorlar. Bu izlenim sayesinde de gerçekten de bedel ödemekten kıvrak bir dil eskiviyle yırtmış oluyorlar. Yakalansalar bile; halâ bâzı saflara; “Evet belki bedel ödemediler. Ama en azından îtiraf ettiler ve özür dilediler” dedirtiyorlar… Bunlar Batı’nın kendisine mahsus illüzyonları. Hâlbuki meselâ en yakası açılmadık hâliyle yüzsüzlük, biraz da bedeli olmayan bir yüzleşme değil midir? Pekiyi tersinden de bakalım mı? Yüzleşmeye direnmekte, halâ içten içe yaşanan yakıcı ahlâkî bir utanma duygusu; îtiraf edememekte, iç yaralarıyla kıvransa da halâ öz saygıyı ayakta tutma kaygısı; özür dilememekte ise bu işin bir özür dilemekle geçiştirilemeyeceği yolunda; kaba gözükse de bir hayat samimîyeti yatıyor olmasın?… Düşünmeye değer, değil mi?…
Yorum Yap