- 16.03.2017 00:00
Avrupa'da zâten varolduğunu bildiğimiz Türkiye karşıtlığı, anlaşılıyor ki son olaylarla birlikte “zirve” yapmış durumda. Bunu Avrupa cephesinden, târihsel bir kriz olarak görebiliriz. O zaman tablo tamamlanıyor: Avrupa'nın krizi genel manâda bir “İslâm” karşıtlığı olarak tezâhür ediyorsa da ; daha özgül olarak bir “Türk” düşmanlığı olarak tecessüm ediyor. Bu, Avrupa'nın, ideolojik düzeyde kendisini var eden , ama bir şekilde üstü örtülmüş, küllenmiş bir kültürel kodun orijinâl ayarlarına döndüğüne işâret ediyor. Önce buna bir bakalım…
Biz genellikle Avrupa'yı kendi bilincinin iç kurgusunu ortaya koyan bir anlatı üzerinden, enine boyuna tartışmadan kabûl etmeye teşneyizdir. Avrupalılık şuuru, kendisini felsefî plânda Greko-Romen bir temellendirmeyle ifâde eder. Bu temellendirme hayli anakronik bir temellendirmedir. Meselâ Grekler, Ege havzasının; yâni Kıt'a Yunanstan ve Küçük Asya'nın (Anadolu) dışındaki coğrafyalara “barbar” etiketini koymuşlardı. Europa tam da bu dışlanmış coğrafyanın dâiresinde kalır. O kadar ki, Grekler, Balkanları bile bu barbar coğrafyaya dâhil etmişlerdir. Hattâ Grek birliğini ilk defâ tesis eden Makedonyalı İskender bile buna göre barbar bir topluluktan gelen , sonradan Helenleşmiş bir figürdür.
Roma'ya gelince, bu büyük imparatorluğun varlığını iki eksende değerlendirmek gerekecektir. Roma'nın hâkimiyet sahası esas olarak merkeze Doğu Akdeniz'i alır. Bu âdeta Roma'nın “net” varlığıdır. Elbette Batı Akdeniz v, bugünkü Fransa ; hattâ Britanya'da bile eser miktarda Roma kalıntısı mevcuttur. Ama bunlar birer garnizon kalıntılardır. Roma'nın mâmur şehirlerinin cümlesi Anadolu ve Mezopotamya topraklarına dağılır. Meselâ Palmira ve Petra gibi bir şehir kalıntısına Avrupa'da rastlamak mümkün değildir. Başşehir Roma'nın konumunu ise ,güney periferisinde kaldığı Avrupa üzerinden değil; Adriyatik bağlantılı olarak Doğu Akdeniz üzerinden değerlendirmek çok daha tutarlıdır. Nea Roma olarak a anılan İstanbul, Roma'nın konumuna göre , imparatorluğun jeo-politik ve jeo-kültürel gerçekleriyle çok daha uyumlu bir polisti. Hattâ ben Roma'nın ikiye bölünmesini, biraz da târihsel safrasını atması olarak değerlendirenlerdenim.
Greko-Romen kültürün tekmil felsefî ve kültürel işçiliği de zâten Doğu Akdeniz (Mare Nostrum) coğrafyasındaki merkezlerde gerçekleşmiştir. Felsefe okulları, hukuk üreten merkezleri ile Greko-Romen birikimin Avrupa ile âlâkası yoktur. İllâki bir coğrafî işâret kullanmak gerekirse bu , Avrupa'nın dışında kalan “Doğu” menşeili bir medeniyettir. Greko-Romen medeniyetin birikimlerini Önasya'da ortaya çıkan İslâmiyet hiç yadırgamadı ve Doğu Kiliselerinden ve özellikle de İskenderiye üzerinden devşirdi. Bu birikimin Endülüs'de yoğunlaşması ise onu Avrupa ile tanıştırdı.
Avrupa'yı bir şuuru olarak var eden esas âmil, Katolisizm üzerinden şekillendi. Endülüslü Müslümanlardan öğrendikleri Greko-Romen felsefî ve hukûkî külliyât , Hristiyan-Katolik terimlere aktarıldı. Modern Avrupa'nın bütün entelektüel ve felsefî çabası , bu yorumları seçmeci yakınlıklar üzerinden sekülerleştirmek oldu. Burada Greko-Romen mirâs sâdece “yardımcı” bir etken olarak işlev gördü.
İdeolojik ayırım ise çok daha belirgindi. Avrupa'nın “ötekisi” önce Ortodoks Hristiyanlık olarak Doğu; Müslüman Türklerin Balkan fetihleri ve özellikle de İstanbul'un fethinden sonra “Ortodoks İslâmiyet” oldu. (Burada Ortodoks terimini devletli din anlamında kullanıyorum).
Ortodoks İslâmiyet karşıtlığında , Katolisizm üzerinden billurlaşan Avrupa şuuru içeride iki büyük kriz yaşadı. İlk olarak Avrupa'daki Yahudilikle çatıştı ve ağır bir hesaplaşma yaşadı. Bu asırlara sârî bir anti-semitizm olarak tezâhür etti. II.Genel Savaş öncesinde bir felâket boyutuna ulaştı. Hristiyanlığın derinlemesine işlediği dinsel temelli “ilk günah” düşüncesine eklemlenen “seküler bir ilk günah” düşüncesine dönüştü.
İkinci kriz ise Katolik-Protestan savaşlarında ortaya çıktı. Yatıştı, yatışmasına ama halâ bu ayırımların çok canlı olduğu yerleri; Belçika ve Kuzey İrlanda gibi, biliyoruz.
Avrupalılık şuuru, feodal bir geri plânda ortaya çıkan Hristiyan nitelikli bir şuurudur. Avrupa'nın kuruluşunun izlerini, Karanlık çağlar olarak değerlendirip kaçmaya çalıştıkları o meş'um 1000 senede sürmek gerekir. Avrupa'nın târihsel pratikleri hep o “meş'um” 1000 senenin “çeşitlemeleridir”. Ahd-i Atik-Ahd-i Cedit bağı üzerinden Yahudilerle yalvar yakar uzlaştılar. Bir zamanlar kanlı bıçaklı oldukları Ortodoks milletleri Avrupa kulübüne dâhil ettiler. Protestan-Katolik gerilimleri şöyle böyle yatıştırdılar. Ama bilelim ki Müslüman Türklerle “Ehl-i Kitab” kardeşliğine asla yanaşmadılar. Yanaşacakları da yok….
Yorum Yap