- 27.04.2012 00:00
Dünkü yazımı, Fransa’nın aşırı sağ Ulusal Cephe Partisi lideri Marine Le Pen’in, bir “açık mülteci kampı” haline dönüşen İtalya’nın güneyindeki Lampedusa Adası’nı ziyaretindeki konuşmasından bahsederek noktalamıştım.
Marine Le Pen, Mart 2011’deki bu konuşmasında, göç konusuna istinaden şöyle diyordu; “Avrupa, iktidarsız ve bir çare üretemedi”. Le Pen, hemen ardında da, kendi “çözümünü” öneriyordu; “Avrupa donanmaları, kendi kıyılarını gözetlemek yerine, açık denizlere çıkmalı, hatta bu kaçak gemilerin geldiği yerlerin kıyılarına sokulabileceği kadar sokulmalı ve onları daha orada durdurmalı”.
Le Pen, bu önerisinin gerekçesini açıklarken de, “Avrupa, kendine yönelen bu akını durduramayarak, fakirliğe fakirlik, düzensizliğe düzensizlik ekliyor. Bugün artık İtalya’ya dolan göçmenleri, ülkenin kaldıracak hâli kalmadı”.
Le Pen’in konuşmasına başlarken, göçmenlere hitaben şu sözleri sarfettiğini de hatırlatalım: “Eğer kalbimi dinleseydim, sizi kendi gemime alırdım. Ama gemim çok zayıf ve eğer siz de binerseniz, bu gemi batacak; hepimiz de beraber boğulacağız. Bu, Avrupa’nın artık daha fazla yasadışı kişiyi kaldıramayacağını anlatan bir metafor.”
Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, yüzde 18’i aşan oy oranı ile üçüncü sırada yer alan, bu seçimler kadar, ülkesinin siyasetinin genelinde de belirleyici rol oynayan Le Pen’in konuşmasından hareketle, Avrupa’nın “yeni” aşırı sağını nasıl yorumlayabileceğimize geçmeden önce, bu konuşmanın çağrıştırdığı başka bir konuşmayı anımsayalım...
28 Haziran 1989’da Slobodan Miloşeviç’in Gazimestan konuşmasını yani. Sırbistan Devlet Başkanı görevinde olan Miloşeviç, o gün Kosova Savaşı’nın 600. yıldönümü nedeniyle, yüzyıllar önce çatışmaların yaşandığı Kosovo Polje’deki Gazimestan’da bir konuşma yapmıştı.
Miloşeviç’in bu konuşması, daha sonra Balkanlar’ın kaderini ve çehresini değiştirecek sürecin, sadece savaşın değil tüm o belirleyici dönemin de, kilit konuşması olarak bilinir. Konuşmaya yönelik analizlerde, Miloşeviç’in, “savaş ihtimalinden” bahsettiğinden dem vurulur. Gerçekten de Miloşeviç, “savaşlar, ekonomik, sosyal, siyasi ve genel refah uğruna gerekli olabilir” anlamına gelen sözler de söylemişti.
Ancak, bu konuşmadaki kritik nokta, Miloşeviç’in, Sovyetler’in çözülme süreci, Avrupa genelindeki değişimler gibi nedenlerle belirsiz bir geleceğin uçurumunda durduğu hissini yaşayan (ve Yugoslavya ordusu ve istihbaratı gibi güçleri de elinde tutan) Sırp devleti ve toplumuna, “endişe ve buhranlarınızda, kaygılarınızda yalnız değilsiniz” mesajını vermesiydi. Yani, bir lider olarak, bir siyasi güç odağı olarak, bir “çözüm” sunmasıydı. “Beraber olalım ve Yugoslavya çökmeyecek” mesajını verdi.
Ama bu “çözüm” sonucunda, Yugoslavya daha da beter bir şekilde çöktü.
Miloşeviç’in durumun kalbini ele alan bu konuşmasıyla, Le Pen’in Lampedusa’da, göçmenlerden aşırı derece rahatsız fakat, açık seçik bir ırkçılık ve ayrımcılık sergilememek konusunda da fazlasıyla uyarılmış Avrupa Birliği vatandaşlarının kalplerini ve akıllarını fethedebilecek mesajları arasında büyük benzerlikler var.
Avrupa yeni aşırı sağı, hafifsenecek, “faşistler işte” diye geçiştirilecek bir olgu değil.
Komşu ülke İtalya’nın içişlerini, kendi sorunu haline getiren Le Pen’in bu konuşmasında olduğu gibi aslında, tüm Avrupa’yı, Avrupa’nın ortak sorunlarını konu alan bir yaklaşımları var. Bundan ötürü de, aslında, “sınırlar ötesi” bir dalga boyu tutturuyorlar. Elbette, İsrail konusundaki tutumu nedeniyle Türkiye’ye övgüler yağdıran Macaristan aşırı sağ partisi Jobbik ile, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine ateşli biçimde karşı çıkan Le Pen’in lideri olduğu Ulusal Cephe arasında çok büyük politik farklar bulunuyor.
Fakat, tam da Avrupa Birliği’nin bu denli büyük bir kriz yaşadığı şu dönemde, aşırı sağ partilerin AB’ye yönelik eleştirileri, “biz dememiş miydik” gibi bir his yaratıyor seçmenler üzerinde.
Aşırı sağ partilerin pek çok Avrupa ülkesinde son yıllarda sandıkta kazandıkları başarılar ciddi bir uyarı aslında. Le Pen’in zaferi de, bu serinin şimdilik son halkası.
Avrupa aşırı sağ partileri arasındaki bazı temel politik farklılıklar şimdilik bu yapıların Avrupa Parlamentosu’nda bir grup oluşturmasını, farklı alanlarda beraber hareket etmelerini engelliyor. Bu durum aslında Avrupa’yı demokrasi ve insan haklarının hâkim olduğu bir coğrafya olarak görmek isteyenlere zaman kazandırıyor.
Ancak fazla da zaman kalmıyor. Karmaşık sorunlara verilen çarpıcı ve basit yanıtlar üzerinde yükselen aşırı sağ, emin adımlarla yeni mevziler kazanmaya devam ediyor.
Avrupa’nın, uzak değil, epey yakın geçmişini, mesela Weimer Cumhuriyeti’ni anımsarsak, tüm bu gelişmeler endişe veriyor.
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap