- 9.02.2012 00:00
Çocukluğumda bende iz bırakan imgelerinden biri, annemin bir hikâyesiydi. 1960’larda, bir sanat tarihçisi olan annem Gönül Öney, bir grup Alman arkeolog ile Emevi eserlerini incelemek üzere Suriye’ye gidiyor. Ülkenin kuzeyindeki saraylarını görmeye yola düştüklerinde ise, ara tara bir türlü peşinde oldukları kalıntıları bulamıyorlar. Alman ekip şaşkın zira içlerinden sarayları ortaya çıkaran kazıya katılanlar var.
Fakat Hırbetül Mefcir ve Kasrul-Hayrıl-Garbi ile Şarkî gibi koskoca saraylar sanki hiç olmamış gibi yerlerinde yeller esiyor.
Durumun esrarını çözen, tercüman yardımıyla anlaştıkları bir köylü oluyor. “Saraylar nerede” sorusunun yanıtı olarak köylü, parmağıyla yerin dibini işaret ediyor...
Meğer saraylar, zamanla toprağın, çöl rüzgârlarının kumlarının üzerlerini örtmesi sonucu gömülüp gitmişler.
Bu hikâyenin hayali görüntüleri, İran’da suları kapkaranlık, dipsiz bir krater gölünü çerçeveleyecek şekilde inşa edilen, bahçesinde hiç sönmeyen bir ateş yanan görkemli sarayınkiyle beraber hep aklımda kaldı.
Şimdi yıllar sonra, Suriye’nin kayıp sarayları, bana biraz da Türkiye’nin sorunlarını anımsatıyor.
Hep bir şeyleri tartışıyoruz da, gerçek konuların, problemlerin, dertlerin üzerileri hep örtülü kalıyor.
Şimdi mesela, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılması, “gündeme bomba gibi düştü”. Sıradan bir vatandaş olarak, uzaktan bakınca bile anlaşılıyor ki, Fidan’ın bir süredir başı yenmeye çalışılıyor. Eminim bu konuda bir sürü komplo teorisi de üretilir; içinde muhakkak bir kilo “örgüt”, bir kepçe İsrail, bir tutam kötü Batı, bir fiske tanımlanamayan kötüler olur.
Ama şu dile getirilmez; Türkiye, büyüyen gücüyle beraber, büyüyen saray entrikalarına tanık oluyor. Henüz akademik fildişi kuleye kendimi kapatmamış, Ankara’nın siyasi yaşamını daha yakından takip ederken, Fidan’dan hep dürüst ve ehil bir bürokrat olarak bahsedilirdi. Bu da, yeterli bir sebep aslında, ülke ve bölge dengeleri yeniden kurulurken, MİT gibi, herkesin ele geçirmeye çalıştığı kale gibi bir kurumun başında “temiz insan” olarak bıraktırılmamak için...
Ama, konuşulması gerekenleri konuşmuyor, gerçekten önemli konularda susuyor, gereksiz polemiklere gelince şakıyoruz.
Geçenlerde şu haber dikkatimi çekti. Bir yazıdaki şu haber detayı daha doğrusu...
6 şubat tarihli Radikal gazetesinde, Uludere, Gülyazı’daki bombalamaların 40. günü dolayısıyla bir yazı kaleme alan Pınar Öğünç, şöyle diyordu; “Sıfır noktasındaki köylerinden 90’larda zorla Gülyazı’ya yerleştirilmişler. Daha önce yapabildikleri hayvancılığa imkân vermeyen bir coğrafyası var Gülyazı’nın...”
Burada bir duralım; kırkıncı gün yazılan aslında ilk günden manşetlere çıkmalıydı.
Öğünç, bu bilgiye, İstanbul’da, Galatasaray’da, 358. kez toplanan Cumartesi Anneleri’nin buluşmasının yanı başında, aynı gün aynı sokakta gerçekleşen Barış Meclisi’nin toplantısında ulaşmış.
Uludere’de yakınlarını kaybeden Ferhat Encü, Garibe Ürek ve Hikmet Alma’nın İstanbul’da aktardıkları üzerine, “kaçakçılık” şablonu altında böyle bir durum olduğu ortaya çıkıveriyor birden.
Encü diyor ki; “Bin kişi ölse de, buna mecburuz”. Mecbur olunan, “sınır ticareti”, yani kaçakçılık.
1990’lardaki köy boşaltmalar konusu, üzerine şöyle bir konuşup unuttuğumuz bir kilit mevzunun, tetiklediği bir trajedi var ortada.
“Bîtaraflıktan anlamayız. Çocuklarımızı partimizin ve devletimizin (bu) ana prensiplerine uygun bir tarzda yetiştirmek isteğindeyiz. Partimiz Türk milletinin kendisidir”...
Sözlerin sahibi Kâzım Nâmi Duru, Kemalizmin eğitim alanında ideologlarından bir isim; söylendiği zaman, Cumhuriyet’in ilk onyılları. Bu alıntı, Mete Tunçay’ın, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetiminin Kurulması kitabından...
Sonra, hâlâ, 2012’de Kürtçenin “medeniyet dili” olup olmadığını tartışıyoruz...
Bugünlerde, tesadüfler eseri, 2000’lerin başında yazılmasına katkıda bulunduğum dil haklarıyla ilgili bir rapora geri dönüp de bakmak, güncellemem gerekti. Bu konuda, son yıllarda yapılan en başarılı çalışmalardan biri, Diyarbakır merkezli düşünce kuruluşu DİSA’nın 2010 tarihli Dil Yarası çalışması.
Çünkü Vahap Coşkun, Şerif Derince ve Nesrin Uçarlar’ın, Türkiye’de dil hakları konusunu tarihî, hukuki ve teorik çerçevelerden titizce inceleyen çalışmasının ötesinde içinde insan hikâyeleri var...
Rapor için, “bölgede” öğrenci ve öğretmenlerden, dört farklı kategorik grup oluşturulup 43 kişiyle görüşmeler yapılmış.
İlk grupta, “farklı dönemlerde ve yerlerde ilkokula başlayıp, anadili Kürtçe olup bir yandan Türkçe öğrenmeye, bir yandan da bu dilde okur-yazarlık becerileri kazanmaya çalışan kişilerle” görüşülmüş.
Şimdi, ben susayım; rapor konuşsun...
“(...)bir kişi, ilk öğrendiği Türkçe kelimenin “sus” olduğunu ve bu kelimeyi her duyduğunda suçluluk duygusu hissettiğini, çünkü bunun kendisine kötü bir şey yaptığını hissettirdiğini söyledi.”
Bir diğeri, 1985’te Midyat’ta okula başlayan ‘kod adı’ (zira görüşülenlerin gerçek isimleri bunlar değil) Sabahat, der ki;
“...bazı kelimeleri, cümle kuracak şekilde değil, kelime bazında biliyorsun. Ama bunu kendince... nasıl diyeyim, kelimelerden yola çıkarak bir kavrama ulaştırıyorsun. Belki yanlış bir cümle kuruyorsun ama anlamaya çalışıyorsun.”
Ben de anlamaya çalışıyorum... Gelecek nesiller de, anlamaya çalışacaklar...
Kürtçe, Lazca, Kafkas dilleri, Romanca, Ermenice, İbranice, Sefardim... Daha onlarca, yüzlercesi... Neden Türkiye’nin dilleri, görünmez sarayları oldu, üzerleri saçma sapan tartışmaların tozu toprağıyla kaplandı?
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap