- 8.12.2011 00:00
1930’ların savaş yorgunu Avrupa’sında, düşlerin, sihrin, umudun henüz yaşabildiği korunaklı bir dünya... Anne-babasını kaybedip bir başına kalmış, tutunduğu tek dalı, sığındığı tren garının saatleri, o saatlerin mekanik dünyası olan 12 yaşındaki Hugo Cabret.
Hugo, Taksi Şoförü,/ New York, New York,/ New York Çeteleri gibi efsanevi filmlere imza atmış, yakın dostu Robert de Niro’yu yıldızlaştırmış büyük sinemacı Martin Scorsese’nin, kısaca “C’est Moi”; yani “Bu benim” diyerek anlattığı bir film. Gerçekten de, Hugo sadece Scorsese’nin kendisi değil, hayal kuran, ister mekanik, ister sinema, ister yazı, ister fotoğraf, bir tutkusu olan tüm çocuklar aslında.
Aşırı muhafazakâr bir ailenin, hastalıklı bir çocuğu olarak pek de renkli bir hayatı olmayan Scorsese, daha küçücükken kurtuluşunu sinemada buluyor. Aslında Hugo, bir yandan da, sinema tarihinin kısa bir hikâyesini sunan bir belgesel gibi. Filmin baş karakterlerinden biri, 20. yüzyılın başında yaşamış, filmlere ‘özel efektler’ kavramını tanıştıran kişi sayılabilecek sihirbaz Georges Méliès.
Hugo’nun, parlak ve canlı bir ay ışığının ve soluk, altın bir kış güneşinin aydınlattığı, hayalî, hayalet kent Paris’te, aslında var olmayan bir garı mekân alıyor. Hugo’nun kendisi de, tren garında, kimseye görünmeden, bir hayalet gibi gizli ve gizemli yaşamak zorunda.
Biraz Gare de Lyon, Gare du Nord, Gare Saint-Lazare, Gare d’Austerlitz; biraz Paris’in altı garının hepsi... Bu garlardan, bugün Gare Montparnasse olarak bilinen eskinin Gare de l’Ouest’i.
Bu garda, 1895’te, tıpkı filmde yansıtıldığı gibi bir kaza olmuş ve buharlı dev bir tren, garın çelik camlı penceresinden sokağa uçmuştu.
Paris, mekân olarak başka açılardan da, hikâyeye çok uygun; çünkü bugün gördüğümüz kent aslında, bir şehircilik harikası olsun diye 3. Napolyon ve kent planlamacısı Baron Haussmann’ın ‘çılgın projesi’ olan bir sentetik yapı. Bütün dünyanın hayal kenti, aslında 19. yüzyılda Batı’nın rayından çıkan bir tren gibi çılgınca ‘modernleşmesinin’ bir manifestosu.
Böyle düşününce, özellikle Japonlar arasında yaygın bir psikolojik rahatsızlığın varlığına şaşmamak lazım. Paris Sendromu, Japonya’da efsaneleştirilen Paris’i ziyaret eden turistlerin, hayal kentin aslında sorunları olan herhangi bir yer, Fransızların da süper modellerle alakası olmayan sıradan insanlar olduğunu görüp, içine düştükleri bunalım sonucu halüsinasyonlarla boğuşup, panikatak benzeri semptomlar yaşamasına verilen ad.
Bir de, ‘gizli Paris’ var. Bugün, sokaklarında yürünen şehrin altına, şehrin metro durakları, tren istasyonları gibi bazı yerlerine saklı merdivenlerle, bugünkü Paris’in yaklaşık 40 metre aşağısındaki asıl Paris’e iniliyor.
Şimdi bulvar olan yollar, eski Paris’te, yerin yedi kat dibinde aynı isimle, daracık sokaklar olarak duruyor. Paris Operası’nın bulunduğu Palais Garnier’nin altında, bir yeraltı gölü olduğunu biliyor muydunuz mesela; operanın oyuncularının göldeki balıkları beslediğini? Veya, bu gizli dünyanın, girilmesi yasak olmasına rağmen, bazı Parislilerin kaçış mekânı olduğunu?
1771’de, kentin altındaki labirentleri, tünelleri ve dolayısıyla yeraltı şehrini ayakta tutan duvarlardan bazıları çökmüş ve eski şehir, yeni kentin bir koskoca mahallesini yutuvermişti. 1964’ten beri, mezarlıklar bölümü dışında, şehrin labirentlerine ancak özel izinle girilebiliyor; tabii yasalara göre...
Filme ilham kaynağı olan Hugo Cabret’nin Buluşu kitabını yazan, Brian Selznick hep çocuklara yönelik eserler veriyor. 526 sayfalık bu kitabının da, 300 sayfası çizimler. Selznick’in resimlerini, filmin karelerinde ‘canlanmış’ olarak görmek mümkün. Tıpkı, ‘sinema gibi yazabilen’, sayfalarındaki kelimelerin canlanıp sahneler, resimler oluşturduğu bir yazı yeteneği olan biri Selznick.
Çocuk kahramanımız Hugo, “Dünyayı kocaman bir makine gibi düşünürsek, hepimiz de bir parçasıysak, makinelerin ekstra parçaları olmaz” diyor. Makinelerin her parçasının bir işlevi, kendine özgü anlamı var, bütünün işlemesi, ancak her parçanın çalışabilmesiyle mümkün...
Bir insan da, anlamını, işlevini yitirince ‘bozuluyor’, mutsuz oluyor bu ‘felsefeye’ göre.
19. yüzyıldan beri bağdaştıramadığımız iki dünyanın, mekanik/teknik ve ulvi/manevi dünyaların uzlaşmazlığının getirdiği, hem ‘Doğu’ hem de ‘Batı’nın takılıp kaldığı konular bunlar.
Hugo’nun düşündürdüğü bir konu daha var ki, o da 19. yüzyıldan beri sorun olmaya devam ediyor.
Kahramanımız Hugo’nun en büyük korkusu, devletin eline düşmek, yetimhanelere yollanmak.
Charles Dickens’ın Oliver Twist, David Copperfield gibi romanlarını çocukluğumda okurken, “yetimhane” fobisinin nasıl bir şey olduğunu anımsıyorum.
Oliver Twist’te, 19. yüzyılda baş döndürücü bir hızla endüstrileşen Londra’nın ‘gecekondu mahallelerinin’, cehennemî, karanlık dünyası ve yoksulluğun, adaletsizliğin, eşitsizliğin zalimliği, estirdiği terör de sayfalardan taşar.
İngiltere, 1300’lerden 1948’e kadar, seçkinlerin ‘baş belası’, ‘kötülük kaynağı’ olarak gördüğü fakirlerle, dışlanmışlarla yönelik kanuni düzenlemeler getiren düzinelerce ‘fakir kanunu’ çıkardı. Çocuk, devlet ve devlet himayesindeki çocuklar da, o zamanlardan bu yana tartışma yarattı. Bu konunun günümüzde ve Türkiye’deki boyutu da yarına...
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap