Ayna gözler (2)

  • 2.12.2011 00:00

 2007’de yaşanan muhtıra süreci Türkiye’de yeni bir muhalif düşüncenin doğuşunu tetiklemişti. O zamanki dinamikler, bugüne gelinceye kadar değişti. Zaten, Türkiye kadar dinamik bir ülkede, muhalif düşünce kendini sıklıkla yinelemezse, çok kısa bir zaman zarfında eskiyor. Mesela “ulusalcılık” da, aslında çok eskiden epriyen bir muhalif nüvenin, geçmiş çizgisinde kendini dondurmasından ibaret.

Her muhaliflik, illa ki yapıcı sonuçlar üretecek diye de bir şart yok tabii. Kesin olan bir şey varsa, kendini zamanın bir noktasına çakan düşüncelerin sonu hep, tarihin çöp tenekesi.

2007’de, her ne siyasi düşüncede olursa olsun, farklı kesimleri bir araya toplayan, “Muhtıraya karşı nasıl tavır alıyorum” sorusuna verilen, “Karşıyım” yanıtıydı. 2011’e gelindiğinde, bu soru artık geçerli değil. Özellikle de, Muhtıra’nın oluşturduğu dönüm noktasından sonra, Türkiye’nin siyasi kültürüne gerçek manada değişim fırsatı sunan Ergenekon davasının giderek toplumdan kopan bir çizgi izlemesi nedeniyle...

Türkiye’nin, bu davada, hukuk devleti kavramını demokrasinin parametreleri çerçevesinde yeniden tanımlayamaması, siyasetinin geleceğini, son yirmi yılın İtalya’sına benzer bir boğucu kısırdöngüye mahkûm etmesine neden oldu.

Tahminlerimin yanlış çıkmasını ve bir 10 yıl sonra, “Amma da atmışsın” denmesini çok isterim ama kanımca, Türkiye’de bundan sonra tanık olacağımız, Avrupa’dakine benzer şekilde aşırı sağ söylemin yükselmesi olacak. Bir aşırı sağ parti ortaya çıkmayabilir ama bütün merkez partilerin, aşırı sağ söylemde kümelenmesi, “Biz Anadolu olarak bir mutluluk yumağıyız, toplumda farklı kesimler arasında bir anlaşmazlık yok” söylemlerini tamamen çürütecek gelişmelerin, hâlihazırda zaten yaşanmaktan olan sertlik seviyesini daha da yükselteceğini düşünüyorum.

Bu nedenle, yeni siyasi yol ayrımı, “Var olan siyasi partilerin politik söylemlerinin üzerine çıkıp, taraf gözetmeden, insan hakları eksenli siyaseti savunabiliyor muyum” sorusu üzerinden olacak.

Elbette bu soru, yanıtlaması daha zor bir soru, 2007’de karşımıza çıkanıyla kıyaslandığında...

Bu nedenle de, bir kez daha hiç beklenmedik yol ayrımlarına, farklı kutupların, farkına bile varmadan, ortaklaştığına tanık olacağız.

Kim derdi ki, 1990’ların İtalya’sında, Gladio ile ‘hesaplaşılır’, Temiz Eller davası ile yolsuzluk ‘tarih olurken’; bundan bir 10-15 yıl sonra sağ, sol partiler, ayrımsız olarak sıkıyönetim kanunlarını destekleyecekler, askere sokağa çıkma yetkisini büyük bir hevesle verecekler, ‘halk’ üniformalar kuşanıp ‘temiz toplum’ için devriye gezmeye başlayacak, savunmasız insanların sefalet içinde yaşadığı çadırlar ateşe verilecek?

Ama bunlar, aynen yaşandı işte...

Avrupa Roman Hakları Merkezi’nin (ERRC) açtığı bir dava olmasa, bugün İtalya’da hâlâ, 2008’de yasalaşan sıkıyönetim kanunları yürürlükte olacaktı.

Berlusconi hükümeti, “Romanlar, ülkede işlenen suçların büyük çoğunluğunun sorumlusudur” iddiasından hareketle, “Göçer” olarak adlandırdıkları Çingenelere karşı sıkıyönetim ilan edilmesine önayak olmuştu. Bu çerçevede;

– Ülkede yaşayan vatandaş olan olmayan tüm Roman nüfusu takibe alınmış,

– Parmak izlerinden bir veri bankası oluşturulmuş, her biri fişlenmiş,

– Sayıları 170 bin olduğu tesbit edilen Romanların, birçoğunun evleri aranmış, binlercesi evlerinden kapı dışarı edilmiş,

– Bir kısmı, polisler ve jandarma tarafından sıkı kontrol altında tutulan kamplarda ikâmete zorlanmıştı.

Bu liste daha da uzuyor; ama şunu vurgulayalım. Bazen, ‘merkez’ hükümetlerin yaptıkları, aşırılıklarını alenen ortaya koyan siyasi hareketlerinkinden de beter oluyor. Berlusconi’nin bu politikaları, o dönem koalisyon ortağı olan faşist partinin devamı niteliğindeki hareketin lideri Gianfranco Fini tarafından, “Tek etnisitenin hâkim olduğu bir İtalya yaratmaya çalışmak felaket olur” diye yorumlanmıştı. Ancak, merkez sağ ve sol, birbirinden nefret eden bu iki siyasi kutbu İtalya’nın, ortaklaşarak tam da bunu hedefledi işte...

Kürt sorununu çözememiş, abuk sabuk günlük siyasi didişmelerle gerçek problemleri çözmeyi hep erteleyip, siyaseten günü kurtarmaktan başka bir şey yapmamış bir Türkiye’nin durumu, bundan 10 yıl sonra ne olur acaba?

Benzer bir senaryo Türkiye’de yaşansa, uluslararası bir insan hakları örgütünün açtığı bir dava, herhalde “dış güçlerin komplosu” nitelemesiyle, olarak mahkemelerin kapısından dosya olarak bile giremez herhalde...

 


Öğrendikçe öğrendiğim...

Ne kadar cahil olduğum olsa olsa... Ne var ki, ‘tarihî gerçek’ diye ortaya atılan o kadar saçmalık var ki, bu konuda bir ciddiyet sergilemesi gereken televizyon kanallarında bile...

Sadece bir örnek; geçen gün, Ahmet Hakan’ın Hüseyin Aygün ile konuştuğu, son derece başarılı programa, bir izleyici “Tam Dersim olayları yaşandığını söylediğiniz zaman, 1938’de UNESCO, insan haklarına olan saygısından ötürü, o seneyi Atatürk yılı ilan etmişti” mealinde bir yorum yollamıştı. Bu yorum aynen okundu, tartışıldı; oysa UNESCO, 1946’da ilk toplantısını yapmıştı. Ahmet Hakan veya Hüseyin Aygün illa her tarihi bilmek zorunda değil, hele Aygün zaten tarihin belli bir alanında zaten takdir gerektiren bir uzmanlık edinmiş ama haber programlarında, ekranların gerisinde duruma müdahale edebilecek görevli birileri bulunsa keşke...


oneysezin@hotmail.com

 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums