- 21.10.2011 00:00
Bundan birkaç hafta sonra, Meksika’da Día de los Muertos’un zamanı gelmiş olacak. 2 ve 3 kasımda, iki gün boyunca Meksikalılar, ölülerini anacaklar.
Şölen sofraları kurulacak ve ölen kişilerin en sevdiği yemeklerle süslenecek. Akşam saatlerinde, gün batarken de, ölülerin ruhları ‘öteki dünyadan’ süzüle süzüle ‘yaşayanların’ arasına karışacak.
Gerçi, bu anma günü sadece Meksika’ya özgü değil; Latin Amerika’nın farklı yerlerinde, hatta İspanya’da da böyle anma günleri gerçekleşiyor. Orta ve Doğu Avrupa’da ve aslında tüm Katolik dünyasında da, Tüm Azizler Günü kasımda, ölenlerin anıldığı bir zaman.
Gene kasımda, ayın 11’inde, sabah saat 11’i 11 geçe, Avrupa genelinde, Birinci Dünya Savaşı’nda ölenler anılıyor. Savaşın kurbanlarını simgeleyen de, gelincikler. Zira gelincik tohumları, uzun yıllar toprakta sessiz sedasız kalıp sonra birden canlanıveriyor, çiçek açıyorlar.
“Sözün bittiği yerdeyiz.”
Bu cümlenin anlamsızlığı, tekrar edildikçe artıyor. Anlamı da aslında, sözün bir değerinin olmadığı, o nedenle de, anlamını yitirdiği bir ortamdayız.
Bir gün, söz anlam kazanabildiği zaman, çözüme doğru da gidebileceğiz.
1984’ten beri 50 bin kişinin hayatına mal olan Kürt Sorunu’nun ‘çözümü’ için, artık ne yapılmaması gerektiğini, herkes biliyor. Ama, aslında bu sorunun şiddet dışı yöntemlerle çözülmesi, Türkiye’nin temelden değişmesini gerektireceği için, eskinin tekrarı dışında bir şey yapılamıyor.
Anadolu Kültür’ün 15-16 ekimde İstanbul’da düzenlediği “Hakikat Komisyonları: Dünya Deneyimleri ve Türkiye” toplantısında tartışılan geçmişle yüzleşme örnekleri, şu an için ‘ulaşılması mümkün olmayan’, ütopik deneyimler gibi geliyor bir yanda cenazeler kalkar, kutuplaşma algısı her geçen gün derinleşirken.
Tersine, aslında tam da şimdi bunları tartışmanın zamanı.
Üstelik de, karşılaştırmalı düşünerek, dünyadaki örneklerde neyin eksik kaldığını, neyin işlediğini, neyin işlemediğini düşünerek, Türkiye’ye özgü bir geçmişle yüzleşme, yüzleşerek de yeni bir toplumsal düzen oluşturmanın, dokumanın zamanı.
Fakat böyle bir niyet, ne siyasette ne de onu dönüştürmesi gereken toplumda var gibi gözüküyor.
Toplantıda, Güney Afrika, Sırbistan ve Peru’dan katılımcılar, kendi ülkelerindeki hakikat komisyonlarının hayata geçirilmiş veya geçirilmeye çalışılan örneklerini aktarırken ve ardından yapılan tartışmalarda, başkalarının deneyimleri sanki Türkiye’ye için pek fazla bir şey ifade etmiyormuşçasına, karşılaştırmalı düşünmüyormuşuz gibi geldi bana.
Bunun bir sebebi, Türkiye’de çözüme gitme heyecanının, ümidinin giderek düşmesi. Diğer bir sebebi de, Türkiye’nin gündemine, Türkiye’de yaşananlara hepimizin kendisini fazlasıyla kaptırıp, “buranın sorunlarının buraya özgü” olduğu körlüğüne kapılmamız.
Gerçekten de, hiçbir hakikat komisyonu örneği, Türkiye’ye birebir uyacak bir “model” oluşturmuyor. Ancak, birçok farklı modelin varlığına, eğildikleri konuların çeşitliliğine rağmen, ortaklaştıkları bir nokta var.
Kuruldukları ülke açısından, gerçek bir değişim arzu ve isteğini yansıttıkları ölçüde ‘başarılı’ oluyorlar. Yoksa, çatışmanın şiddetle ‘çözümü’ deyince, ilk akla gelen örnek haline gelen Sri Lanka’da bile, bir hakikatleri araştırma komisyonunun kurulması gereğinden kaçılamadı.
Sri Lanka’da 2002-2009’da Tamil Kaplanları ile devletin çatışmasında yaşananların araştırılması bir yıl için kurulan “Alınan Dersler ve Uzlaşma Komisyonu”, gerçekten geçmişten bir ders çıkarılmasına önayak olacağa benzemiyor. Olsa olsa, “devlet işlediği suçları nasıl daha iyi saklayamadı” gibi bir ders çıkabilecek bu komisyondan herhalde.
Türkiye’de, şu veya bu şekilde, bu konuya odaklanan ve gerçekten işleyen bir Meclis komisyonunun hayata geçmesi kaçınılmaz hale gelecek.
Güney Afrika’daki Apartheid rejimi döneminde yaşanan şiddet olaylarını araştıran “Hakikatleri Araştırma ve Uzlaşma Komisyonu” ve Arjantin’de askerî cunta dönemindeki kayıpların akıbetlerini ele alan “Kayıpları Araştırma Komisyonu”, özellikle suçları işleyenlerin teşhis ve teşhirine odaklanmıştı.
Dünyanın her yerinde, devlet adına suç işleyenlerin savunması aynı oluyor; “Emredildi, yaptım”.
Türkiye’de de, benzer şekilde savunmaların yapıldığını duyduk. Ancak, devlet kendini, iktidar kim olursa olsun dokunulmazlık zırhı altına alıyor ve gerçek bir değişim iradesi ortaya çıkamıyor.
Bir gün, Kürt Sorunu’nda çözüme gidilmesi yolunda, “kozmik” analizler, stratejik saçmalamalar yapılmaktan vazgeçilip, onur ve adalet kavramlarının toplumdaki karşılıklarının yeniden kurgulanmasını sağlayacak bir anlayış gelişecek.
Söz de, o zaman, ilk kez başlayacak.
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap