- 15.08.2015 00:00
AKP- CHP Koalisyonunun mümkünatsızlığını ilk günden beri yazdım, anlatmaya çalıştım. Ama, 14. doğumgününde hâlâ AKP’yi tanıyamadığı, tanımlayamadığı için Türkiye’de azımsanamayacak bir kesim, bu ihtimalin “olasılığına” inandı.
14 Ağustos 2001’de kurulan bu partinin hâlâ “öngörülememesini” ben şaşkınlıkla karşılıyorum. Eleştireni, seveni, tüm siyasi sistemi yeniden tanımladığı hâlde kayıtsız kalmayı başarabileni; belki önce AKP’yi olduğu gibi anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Küfretmek veya tapmakla bir yere gelinmiyor zira.
AKP içinde ve AKP’ye yakın kesimlerde elbette, bu koalisyon seçeneğinin parti için en iyi tercih olduğuna inanmış olanlar olabilir. Ama bu yönelim öyle beklendiği gibi ve bu koalisyonun süslendiği gibi, “büyük sorunları çözecek büyük koalisyon” biçiminde değil; daha ziyade, “AKP’ye yönelik, Batı ve Türkiye içi Batılılaşmış kesimlerin negatif algılarını kırıp, bu kesimlere karşı CHP’yi aracı koşup bir ateşkes sağlamayı” öngörüyordu. Yani, “AKP’nin optimum kazanımının CHP’nin üzerine basılacak ve işi bitince patlatılacak bir istihkâm köprüsü olarak kullanılması yoluyla” elde edileceği düşünülüyordu.
Öte yandan, belli ki AKP’de, ağır basan görüş şu oldu: “CHP ile koalisyon, AKP’nin öz değerlerini, kendini, 14 yıllık ‘hikâyesini’ inkâr demektir. Bu koalisyon Batılı/ Batılılaşmış kesimlerin telkinleri ile (tabii belki, daha da ‘fenası’, MHP’den HDP’ye, AKP’ye anamuhalefet için yarışanların teşvikiyle)gerçekleşirse, yok oluruz. Beyaz Türkler, yakın zamana kadar kuyumuzu kazan medya grupları, Batı dünyası, Batıcı iş dünyası gibi kesimler neden CHP koalisyonunu istiyorlar? Bunlar istiyorsa, bu işten hayır gelmez.”
Bu anlamda, AKP’nin yüksek çıkarının ne olduğu konusundaki tartışmanın özünde aynı kaygı ve sebeplerden kaynaklandığı ancak, “en iyi seçeneğin ne olduğu” konusundaki cevapların farklı olduğunu görüyoruz.
AKP’nin koalisyon görüşmeleri sürecinde, kendi içinde daha çok kendini tartıştığı, “tek başına iktidar için nasıl bir AKP” sorusuna yanıt verdiği de anlaşılıyor. Bu sorunun ana meselesinin de, “ideolojik olarak nasıl bir değişim geçirebiliriz” değil, “ideolojimizi daha iyi nasıl yaşayabilir, yaşattırabilir ve anlatabiliriz” olduğu ortaya çıkıyor.
AKP, sağ bir popülist parti. Temel tezi, “halkı temsil etmek ötesinde, halkın ta kendisi olduğu”. “Halkı/ milleti” tanımlamak için de, kendine bir “zıt kutup” biçiyor: “seçkinler”. Tüm Türkiye tarihi, hattâ öncesi de, bu zıtlıkla açıklanıyor. “Batılılaşmış, özünden uzaklaşmış ‘beyaz seçkinler’; ‘AK olduğu hâlde kara muamelesi gören ve gelenek, dindarlık ve muhafazakâr halkın’ üzerinde tahakküm, baskı kurdu. Bunu da, Batı’nın desteği ile yaptılar. Sonra da, AK Parti, milletin parti olarak vücut bulmuş hâli olarak geldi ve seçkinlerin taktığı prangaları çözdü.”
“Milli irade yanlış yapmaz, yalan söylemez, yargılanamaz: o millet ve istiklal savaşı içinde çünkü.”
Şimdi, bu hikâye üzerine kurulmuş, yaşayan bir parti, “seçkinlerin tahakkümcü partisi olarak” etiketlediği CHP ile gerçek bir ortaklık kurar mı? Bu “söylem ve fikirsel sihir”, bu ideolojiyi çekince, AKP’de geriye ne kalıyor geçmişin sağ partilerinden farklı? Ve geçmişin sağ partilerine ne oldu?
Veya Davutoğlu- Erdoğan “itilafına” gelince; elbette, bu iki temel AKP aktörü farklı üslup ve politik anlayışlara sahipler. Cumhurbaşkanı Erdoğan, daha direkt, hemen tepki veriveren, “tak tak” bir üsluba sahip. Başbakan Davutoğlu ise, daha dolaylı, tepkilerini daha perdeli yansıtan, zaten de kendini “stratejist” olarak tanımlayan biri.
Sanılanın aksine, bu iki ismin, seçim sonrası takım oyunu oynadığını düşünüyorum. Seçim öncesi bozuk seyreden bu takım oyunu; seçim sonrası, AKP’yi “tek başına hükümet olamayan parti” konumundan, iki aydır ülkeyi yöneten, “savaş” gibi en kritik kararları alan, bakanlıklarda her türlü icracılığı yapan parti konumuna da bu takım çalışması getirdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, “karizmatik, dindar, ruhani lider” pozisyonunda, biraz daha kenara ama daha yükseğe konumlandırıldı. “Devlet’in halkın içinden çıkmış halkı temsil eden, oyun kurucu baba, Ordu’nun Başkomutanı” imajı ve rolü biçildi kendisine. Başbakan Davutoğlu ise, “uzlaşmacı, günlük politik işleri yöneten, farklı kesimlerle de diyalog kuran diplomat” rolünü üstlendi.
Son kertede, aynı ideolojik çizginin, aynı hamurun insanıdırlar ikisi de. Bu yüzden, farklı karar, yönelim de beklenemez. Dahası, AKP bir “dava” (“saf ve temiz milletin yoz elitlere karşı savaşı”) partisi olduğundan, Abdullah Gül dahil, “davaya ihanet” edip “bambaşka siyaset” ortaya koyan da zaten vaki değildir.
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap