- 25.01.2014 00:00
11 Eylül’den beri, “İslam ve demokrasi” konusuna dünya akademik çevrelerinde ayrılan bütçenin, verilen emeğin, harcanan dikkatin haddi hesabı yok.
Ben hep, “İslam ve demokrasi beraberliğinin” sorgulanmasının, soruya olumlu bir yanıt vermeye çalışanlar açısından bile, Müslümanlığın bir “negatif değer” olarak algılandığının onayı olduğunu düşündüm.
İslam’ın, “bir hoşgörü dini” olduğunu, “İslam ve demokrasinin uyumunu” kanıtlamaya çalışmak da, aslında aksi tezin de doğru olabileceği, yani, İslam’ın demokrasiyle bağdaşmayacağı fikrinin ön kabulünü getiriyor.
Soru yanlış olunca, doğru cevap da alınamıyor.
Peki, son dönemde Türkiye’de yaşananlara bu pencereden bakmak mümkün mü?
Bence, AKP’nin balıklama daldığı girdap, bir “İslam ve demokrasi” krizi değil.
“Muhafazakârlar”, “muhafazakâr aydın”, “muhafazakâr iş dünyası” kavramları da aslında bir şey anlatmıyor. Keza, “laik” de öyle...
Bir insan, nasıl laik olabilir anlamak da zor. Bir şekilde bir dine inanıyorsa, ama illa dıştan bakınca bu durum anlaşılmıyorsa, “laik” mi olunuyor? Veya, biri dinî sembolleri taşıyınca, tersi mi?
Gülen Hareketi/ Cemaat/ Camia ve AKP sempatizanı yazar-çizer ve siyasetçilerin, kanlı bıçaklı hÂle gelmesi süreci, “muhafazakâr” denen kitlenin çok çok farklı katman, insan, görüş, yaklaşım ve duruşlardan oluştuğunu ortaya koydu.
Daha 17 Aralık’a kadar, “muhafazakâr çevreler” diye bir yekpare bütün gibi algılanan kitleler, meğer birbirlerinden çok farklı bireylerden oluşuyormuş! Meğer, bu bireylerden bazıları, ötekilerine karşı içinde yıllardır nasıl itinayla, çeyiz gibi saklanan bir kin biriktirmiş.
Öyle çok “doğru bilinen yanlış” var ki...
AKP, sürekli “Batı’nın İslamofobisinden” yakınır durur.
AKP çevrelerinden bazı kişilerin, katıksız İslamofobik söylemleri Cemaat’e karşı kullanması, bunu da çok kurnazca ve stratejik biçimde özellikle “Batı” ve “laik” kesimleri muhatap alırken yapması, başlı başına üzerine düşünülmesi gereken bir olaydı.
Cemaat’ten bahsederken, “bunlar çok tehlikeliler, çok içine kapalılar, gizli yapılanıyorlar” sözlerini, herhangi bir İslami gruptan bahsederken bir “Batılı” yapsa, “işte klasik İslamofobi, oryantalizm örneği” der kızarız.
Demek, İslamofobi bahane; ötekileştirmek dünyanın her yerinde şahaneymiş.
Aslında denklem son derece basit:
Her kesimde, tüm kurumsal/ ideolojik söylemlerin örtüsü altında “insani değerleri”, demokrasinin ilkelerini bilen, benimseyen ve sindirenler var...
Ve bilmeyen, benimsemeyen, sindirmeyenler.
Cemaat’i bir turizm acentesi gibi kullananların, şimdi açıkça “Camia’ya karşı AKP’nin tarafını tutuyorum” demesi komik değil mi?
Gülen Cemaati veya Türkiye’deki her türlü örgütlü yapının içinde kim vardır, ne yapar; devlet zaten, hiç şaşmadan çetelesini tutar.
Türkiye’de devlet, insanların akıbetleriyle, kader ve sorunlarıyla (ilgilenir gibi gözükürken bile) ilgilenmemeyi şiar edinirken, kimin hayatında ne olup bittiğini gözler, fişler, “kayıtdışı” bırakmaz.
Hrant Dink’in, “Siz Ermeni olduğunuzu bilmeseniz de, devlet bilir” sözü boşa değildi.
Bugün de, yeni bir sınava doğru gidiliyor.
Türkiye’de, “eski kadrolar” toplanıyor.
90’larda kilit noktalarda görev yapan bürokrasi, yavaş yavaş devletteki üst düzey makamları doldurmaya başlıyor.
Orkestra üyelerinin, beraberce çalmaya başlamadan önce yerlerini alması gibi sessiz bir telaşla yerleşme başladı Ankara’da.
Veli Küçük’e “Ortadoğu ve Balkanların en yakışıklı paşası” diye hitap ettiği iddia edilen yeni Başbakanlık Müsteşarı Fatih Kasırga, Balyoz ve Ergenekon davalarında yeniden yargılama yolunu açabilecek özel heyette yer alan AKP’ye kapatma davası açan eski Yargıtay Cumhuriyet BaşsavcısıAbdurrahman Yalçınkaya ve “Hayata Dönüş Operasyonu” sırasında Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü olan Ali Suat Ertosun...
“Devletli iktidar”, “yeraltına” iniyor. Derine indikçe de, içgüdüsel biçimde, devletin her daim en sadık “korumalarını” maiyetine alıyor.
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap