- 14.11.2013 00:00
Türkiye’nin “aşırı sağı”, yeni medyası diye yazmıştım.
Bence, 6-7 Eylül olaylarında yerlerinden, yurtlarından edilen Rumların mallarının yağmalanmasındakine benzer bir şevkle, medyada “tahliye edilen” köşeleri, ekranları işgal eden “yeni medyaya”, “yandaş” demek durumu açıklamıyor.
Yeni medyanın, kendine biçtiği görev, sadece hükümeti desteklemek değil; yeni bir sistem yaratılmasında, iktidarla beraber “kurucular” olarak yer almak.
Öte yandan, devlet dışı kalmayı başarabilen, “devlete hükmetme arzusu” ile yazıp çizmeyen de epey nadir, şöyle bir Türkiye basın tarihine bakınca.
Geçmiş ile fark ise şu; yeni medyanın oluşumu, bana kalırsa, Avrupa’da son 10 yılın politika arenasına damga vuran, “aşırı sağ hareketlerin” yükselişinin izdüşümü.
Aşırı sağ dendiğinde, Türkiye’de hep Neo-Naziler, ırkçılığını, ayrımcılığını alenen dışa vuran “marjinal gruplar” geliyor.
Ancak, Türkiye’deki klişenin aksine, yeni aşırı sağ, her zaman “Nazi sempatizanı” falan değil.
Günümüzde demokrasi, bireyi en “ileri” örneklerinde bile tatmin edemiyor. Kendi hayatını şekillendiren kararlarda söz sahibi olamama, “seçkinlerin” sultası altında ezilme, refah toplumlarında, “ileri demokrasilerde” dahi, yaygın hisler.
Yeni aşırı sağ, bu tip “toplumsal huzursuzlukların” yarattığı demokrasi açığında güçleniyor.
Demokrasinin yaşadığı krizden doğan, popülist hareketler, akımlardan bahsediyoruz. Aslında, belki de, onlara “neo-popülist” demek en doğrusu.
Bu grupların hepsi, şiddeti teşvik eden gruplar değiller. Çoğuna göre, şiddet ancak, yönetilemeyen kriz anlarında benimsenen bir savunma refleksi: Hiç “gerçek demokratlar” şiddeti savunur mu?
Klasik sağ-sol ayrımı, bu hareketleri anlatmakta yetersiz kalıyor. Bir gün “sağ”, bir gün “sol”, bir gün de, “komünizm”e yaklaşan söylemler benimseyebiliyorlar.
Temel (ve tek sabit) siyasi duruşları, tüm politik yaklaşımlarını, “halk” ve “düşmanları” ikilemi üzerine formüle etmeleri.
Saf ve temiz “bizim halkın” karşısında, bu halka karşı hasmane hisler besleyen, bir yanda “dış düşmanlar”, öte yanda da “iç düşmanlar” var. Ve genellikle bu ikisi, “şer ittifakı” kurup, işbirliği yapıyor.
“Bizler ve onlar”, “iyiler ve kötüler”, “dostlar ve düşmanlar” ikilemleri, kendisinden olmayanı, “kötü, yoz, ahlaksız” olarak damgalıyor.
İç düşmanlar da, iki ayrı gruptan oluşuyor. Üstte, “seçkin, kozmopolit (yani dış komplo odaklarıyla bağlantıları olan), eğitimli” kesimler, “halkı anlamayan aydınlar”, “çıkar lobileri” var.
Altta da, ülkedeki toplumsal fay hatlarına göre, dışlanan, “çoğunluğa” bir şekilde ters düşen kim varsa, o grup hedef hâline geliyor. Nasıl göçmenler, Müslümanlar, Romanlar Avrupa’da, popülizmin ayrık otlarıysa, Türkiye’de de, bugünlerde, Aleviler ve “sol” olarak adlandırılan içerikte ortaya karışık bir kitleye yönelik negatif algı gelişiyor.
Yarın, antipati toplayan kesim, dönüp dolaşıp yine ve gene Kürtler, hatta Suriyeli mülteciler de olabilir.
Çünkü neo-popülizm, duruma ve ortama göre değişiveren, ‘bukalemun’ gibi bir söyleme sahip.
Bukalemunluk demişken; bence, Kürt Sorunu konusunda, yeni medyanın günü gününü tutmayan, bir gün PKK, bir gün BDP, bir gün “Kürt insanını” sahiplenen, tutarsız söylemlerinin ardında, “ortama göre renk değiştirme” özelliği yatıyor.
Bu rengin, “tonsuzluğu”, yani ilkesizliği nedeniyle, yarın kime, neye karşı, nasıl değişeceği belli değil.
Belli ilkeleri, temel değerleri yok. Değer boşluğunu, gene “halk” imgesi dolduruyor; “öz değer” olarak sahiplenilebilecek ne motif varsa mesela Türkiye örneğinde, din, kültür, aile gibi klasik muhafazakârlığın sahiplendiği alanlar da, neo-popülizmin tekeline geçiyor.
Türkiye’de, aşırı sağ/ neo-popülizm sadece “medyatik” bir akım mı?
Açıkçası, AKP’nin lider kadrosu da, giderek popülist aşırı sağın tipik bir örneği gibi düşünüyor, hareket ediyor. Kim, kimin “yandaşı” ve “yoldaşı” birbirine girmiş vaziyette.
Böyle “dostlarla”, “düşmana” ihtiyaç yok zaten.
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap