- 26.10.2013 00:00
1956 yılında, TIME dergisi “yılın insanı” olarak bir protestocuyu seçmişti; “Macar özgürlük savaşçısını”.
1956’da, 23 Ekim’den 3 Kasım’a, Budapeşte’de insanlar, Sovyetler hegemonyasına karşı ayaklanmış, hak ve özgürlüklere sahip çıkan bir yönetim talebiyle sokaklara dökülmüşlerdi.
1956 rüyası, Sovyet tanklarının 4 Kasım’da şehre yürümesiyle sona erdi. Bir haftaya kalmadan, başkaldırı ezildi. Yaklaşık iki haftalık bu süreçte, üç bin kadar sivilin öldüğü hesaplanıyor. Toplamdaysa, yaklaşık altı bin insanın.
Sovyetler’in altı bin tank ve 150 bin askerle Macaristan’a çıkartma yapmasının ardından 300 kişi idam edildi. 12 bin kişi tutuklandı. 200 bin kişi de, ülke dışına kaçtı.
Arşivlere baktığımızda, Moskova’nın asıl endişesinin, Macaristan’da olup bitenden çok, Ortadoğu’daki ağırlığını kaybetmemek, dünyaya zayıf gözükmemek endişesi olduğunu görüyoruz.
2011’de TIME, gene bir göstericiyi “yılın insanı” seçti. Anonim bir protestocu figürünü...
TIME’ın yeni ilham kaynağı, Arap Baharı idi.
Fakat derginin kendisi bile, tarihin tekerrür ettiğini gözden kaçırmış, kapağıyla ilgili başyazıda, 1956’ya atıfta bulunmamıştı.
“Çok acı çekti. Çok çalıştı. Ve kendini ateşe verdiğinde, mesele onuruydu.”
Bu sözlerin sahibi, Tunus’ta kendini yakan ve intiharıyla da Arap Baharı gösterilerini tetikleyenMuhammed Buazizi’nin annesi Mannubiye. Ama, 1956’da Macaristan’da çocuğunu yitiren bir annenin sözleri de olabilirdi.
Malum, 26 yaşındaki Muhammed, seyyar meyve-sebze satıcısı olarak çalışıp ailesine bakıyordu. 2010’un son günlerinde, bir polisin kendisini tokatlayıp, terazisine el koyması, çileli hayatında bardağı taşıran son damla oldu. Ömrü boyunca, kendisi ve ailesinin, devlet mensupları, güvenlik güçleri tarafından aşağılanmasından bunalmış biri olarak, “yeter artık” deyip kibriti ateşledi.
Muhammed’in hayatı, ölümü modern bir trajedi...
150 yılı aşkın süredir, onun gibi başkaldıranlar, yani “meçhul protestocu”, insanlığın kaderini değiştirmeye çalışıyor.
1848’de de, Avrupa’da, Fransa başta olmak üzere, birçok yerde gösteriler başlamıştı. Zanaatkârların başını çektiği “sıradan vatandaş”, kötü yaşam koşulları, ezilme, onurunun çiğnenmesine karşı, Avrupa başkentleri, şehirlerinde sokağa döküldü, barikatlar kurdu.
Avrupa’nın üç büyük imparatorluğu, “Halkların Baharı” olarak anılan 1848’den farklı biçimde etkilendi; Osmanlı ve Rusya, 1848’i “es geçti”. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu coğrafyası ise, 1848 ile fena sarsıldı.
Ancak, tüm Avrupa genelinde de 1848 sonrası, özgürlükçü insani talepler, aristokrasi- güvenlik güçlerinin muhafazakâr koalisyonunca, deyim yerindeyse, “boğuldu”.
Yönetimde daha fazla söz sahibi olma, daha insanca yaşam koşullarına ulaşma taleplerinin sesi, bir yandan tutuklamalar ve şiddetle, bir yandan da “statükocu reformlarla” kesildi.
Statükocu reformlar, günümüz Türkiye’si için de önemli bir kavram.
Bu kavramdan kastım şu; yönetenler sık sık, hakları “verir gibi” yapıyor ama bir yandan da, “çaktırmadan” yeni sınırlamalar getiriyor. Bu sayede siyaset, toplumsal taleplerin akışına uymak yerine, kendi gündemine göre hareket edebiliyor; dönüşümlerin devri düşürülüyor, gerçek değişimlerin önü kesiliyor. Demokratik değişim gibi görünen süreçler, aslında kaçınılmaz evrimin yavaşlatılması manasına geliyor.
Statüko demişken, her kesimden, her fikirden yorumcunun, Hakan Fidan üzerinden şu veya bu şekilde Türkiye’ye yönelik bir komplo yürütüldüğü konusunda hemfikir olması ne tuhaf.
Fidan konusu, adeta “dünya gücü Türkiye” imgesi ve devletlerin çıkarlarının at oynattığı “reel-politik” odaklı, “post-modern” bir devletçi ve milliyetçi yaklaşımın çiçek açtığı bir vakaya dönüştü.
Gene, “Soğuk Savaş”ın buzul düşünce iklimine dönüldü.
Türkiye’de algıların ayarları, yine ve gene, fena hâlde pusulayı şaşırmış durumda.
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap