- 16.05.2013 00:00
Reyhanlı’daki saldırılar, hükümetin Suriye politikasını ve bu politikanın etki ve sonuçlarını, belki de şimdiye dek hiç tartışılmadığı bir derinlikte Türkiye gündemine getirdi. Aslında, 2011’den beri, gerek Suriye’de gerginlikler ve çatışmalardan kaçanlar, gerekse, Türkiye’nin Suriye’ye yönelik politikası, yani“devlet siyaseti” çok daha boyutlu ele alınmalı, günlük politik kutuplaşmadan uzak, objektif gözlerle eleştirilmeli, tartışılmalı, tartılmalıydı. Mesele, son kertede, insanlık sorunu; bugün atılan yanlış adımlar da, yıllar yılı, zaten hassas dengeler üzerinde duran bölgeyi sarsacak yeni kırılmalara zemin hazırlayabilir.
Suriye’nin 22,5 milyonluk nüfusundan 1,5 milyonu, bugün mülteci olarak komşu ülkelerdeki kamplarda yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Türkiye’de, Suriyeli sığınmacıların yaşamını sürdürdüğü kamplarda, Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’nın (AFAD) verilerine göre, 192 bine yakın kişi yaşıyor. Toplamda, en az 500 bin Suriyeli savaş mağduru, Türkiye’de hayata devam etmeye çalışıyor. Kesin sayıyı kimse bilmiyor.
Türkiye’de olası büyük bir deprem veya bir felaketin gerçekleşmesi hâlinde, kriz yönetimi ve yardım çalışmalarından sorumlu olacak AFAD, son iki yıldır, mesaisinin önemli bir kısmını, daha önce tecrübesi olmayan mülteci konusuna ayırıyor. Her köşesi fay hatlarıyla dolu Türkiye için bu kadar hayati önem taşıyan bir devlet kurumu, olası bir deprem felaketine karşı hazırlık yerine mültecilerle mi uğraşmalı sorusu da aslında başlı başına bir gündem maddesi.
Hele ki, zaman zaman basına da yansıyan, örneğin Radikal’deki şu haberde de aktarılan, gelişmeler sözkonusu iken;
“Ağrı'nın Doğubayazıt ilçesine bağlı Bezirhane köyünde (1976’da) meydana gelen ve çok sayıda can ile mal kaybına neden olan depremden sonra yapılan 31 konutta elektrik yok... (2004 yılında )Yapılan (deprem konutlarının) birçok eksikliklerinin olmasına rağmen çaresiz durumda olan köylüler konutları teslim almak zorunda kaldılar... Gece gündüz elektriksiz olan köylüler 21. yüzyılda evlerini mum ve fenerlerle aydınlatmaya çalışıyorlar.”
AFAD, aslında işi olmayan bir mesele ile uğraşıyor ve bugüne kadar, 1,5 milyar dolarlık bir bütçeyi, Suriyeli mültecilere yardım için harcamış durumda. Savaş mağduru insanların elbette yardıma ihtiyacı var ve harcanan meblağdan önemlisi, bütçenin doğru kullanılıp kullanılmadığı.
AFAD, yardımları yapıyor ama, Ankara’dan merkezden yapılabileceklerin bir sınırı var; yardımlar bir kez yerine ulaşınca, erzakların karaborsaya düşmesinden, her türlü yolsuzluğa birçok ahlaksızca durum ortaya çıkabiliyor.
Bölgeden gazetecilerin ifadelerine göre, insan kaçakçılığı da, kampların içinde ve dışında ciddi bir mesele hâline dönüşmüş durumda.
Bir ilçenin sorunlarını bile yüklenmeye tam hazır olmayan tecrübesiz kaymakamlar, bir de kamp içi ve dışındaki mültecilerin sorunlarıyla yüz yüze gelince, kaldıramayacakları bir ağırlığı üstlenmiş oluyorlar.
Tüm bu sıkıntılara rağmen, eldeki insan kaynağı da doğru kullanılmıyor. Mülteci hakları ve sorunlarıyla ilgili, uluslararası bilgi birikimini kullanabilecek sivil toplum örgütleri, sürecin neredeyse tamamen dışında tutuluyor, bu uzman kişi ve kurumlar neredeyse yok sayılıyor.
Mültecilerle Dayanışma Derneği Başkanı Taner Kılıç, bazı bürokrat ve yerel yöneticiler tarafından saygıyla karşılandıklarını, kimi zamansa, çalışmalarının en alt düzey memurun bile muhalefetiyle karşılandığını ifade ediyor.
Uluslararası Af Örgütü’nden Volkan Görendağ, sivil toplum örgütleri olarak, daha çatışmaların yaşandığı ilk andan itibaren, olası mülteci kamplarının, sınır bölgesinin en az 40 kilometre içinde yer alması gerektiğini belirttiklerini söylüyor. Oysa şu an, Reyhanlı’daki “Atma” kampının da aralarında yer aldığı, nerenin sınır, neresinin kamp olduğunun bilinmediği durumlar sözkonusu.
Bu arada, Suriye ile Türkiye sınırının, bir nevi “Schengen” uygulaması ile, tamamen kontrolsüz bir hudut hâline getirilmesi, başlı başına bir soru işareti. Elbette ki, bu sınır bir gün “kontrolsüz” hâle dönüşmeliydi. Fakat, savaş ortamındaki “sınırsızlık”, Türkiye ve Suriye arasında sadece sorun alışverişine neden olmuşa benziyor.
Sınırın Suriye tarafındaki fiili “tampon bölgeyi” MİT’in, Türkiye kısmındakini de Emniyet birimlerinin kontrol ettiği söyleniyor. İşin acıklı yanı, Meclis’te temsil edilen hiçbir parti yaşanan sorunlara müdahil değil.
Urfa’daki İpekyol gazetesinden, Mazlum-Der kökenli Mustafa Arısüt gibi başarılı, vicdanlı yerel gazeteciler olmasa, yaşanan sıkıntıları gündeme getiren de yok.
Hukuken bir statü vermediğimiz, “mülteci” yerine, “misafir” adını verdiğimiz, ancak belki de, daha onlarca yıl Türkiye’de kalacak insanların yaşadıklarına, Reyhanlı’daki dramdan sonra, gözlerimiz açılacak mı, yoksa daha da mı kapanacak? Başımız sağolsun Reyhanlı; artık belki de susmaktan çok, konuşma zamanı olduğunu keşke böyle acı bir şekilde fark etmeseydik.
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap