- 19.01.2013 00:00
Ölümün, bir fısıltı gibi geldiğini düşünüyorum; “zaman geldi” sözleriyle.
Hrant Dink, arkasından gelen bir kurşunla, ne olduğunu bile anlayamadan tam da, içinde kaybolduğu günlük düşüncelerden sıyrılamadan bu fısıltıyı duydu mu; “zaman geldi...”
Mehmet Ali Birand, yoğun bakımda bilinci kapalı yatarken bu fısıltıyı duydu mu?
Bu fısıltıysa ölüm, acaba hangi dilde, kimin sesinde?
Birand, her ne kadar, son röportajlarından birinde, “Bence ölünce hissetmiyorsunuz” dese de, dün akşamüzeri son nefesini verirken hissettiklerinin haberini yapmak isterdi sanırım. Kimsenin“bildirmediğini bildirmek”, herkese haber atlatmak...
Bundan birkaç hafta önce, Can Dündar’ın yazdığı, yaşamını anlatan Birand: Bir Ömür Ardına Bakmadan kitabı piyasaya çıktığında, röportajları arka arkaya sıralandığında, ölümü için hazırlandığı hissi içime doğmuştu.
Kalbi medya ile atan birinin, ölümünün ardından hakkında ne konuşulacağını düşünmesi; neredeyse bunun için, arşivlerden zamanı geldiğinde çıkarılacak röportajların özenle hazırlanmasına vesile olması da, Birand’ın habercilik damarının bir kanıtı.
Ölümünün yaklaştığına kanaat getirilen kişiler için, gazetelerin haber merkezlerinde, portre hazırlıkları yapılır. Birand da, belki de bu içgüdüyle, son haberlerini, aslında önceden, tam da kendisine denk düşen bir disiplin ve öngörüyle, tam da kendi isteyeceği şekilde, ölüm gecesi yapmış oldu.
Anglo-Sakson basınında ölümlerin arkasından yazılan, salt güzellemelerle değil, bir insanı olduğu gibi, eksik fazla, günah ve sevaplarıyla, zarifçe anlatan tam da “obituary” (açıkçası ben tam bir Türkçe çevirisinin olduğuna inanmıyorum) geleneği pek yok Türkiye’de ne yazık ki; birçok insan Birand’ı değil, kendini anlatıyor. Nazan Özcan’ın Radikal’deki yazısından öğreniyorum ki; genç Birand, Galatasaray Lisesi’ne başlarken de, şu ruh hâli içindeymiş;
“Survival (yaşamı sürdürmek) için savaş+bacağımın verdiği kompleksler arasında bocalayarak yukarı sınıflara doğru yöneldim. Kafamda bir tek fikir vardı. Kazanmak. Ne olursa kazanmak... Her şeyi kazanmak...”
Birand, yıllarca Belçika’da “kutu gibi” bir evde geçen yıllar boyu, hep Cemre Hanım’a söz vermiş; “Bak her şey iyi olacak, rahat edeceğiz” demiş ve sözünü de tutmuş.
Bir yanda, Vietnam, Beyrut’tan tutun savaşları izlemekten, öte yandan Thatcher, Arafat gibi dünya liderleriyle röportajlara, Türkiye’de basın tarihinde fazla örneği olmayan çalışmalar...
Öte yanda, Shirts of Steel/ Emret Komutanım gibi hâlâ rakibi çıkmayan, Türkiye’nin yıllarca bamteli konusu olan askerlerin iç ve kurumsal dünyasına, objektif, gazetecinin iflah olmaz merakıyla bakan kitaplar...
Geçen sene, tam bu zamanlar, bu kitabı tekrar okurken, aslında Birand’ın Türkiye’de medyanın kurak ortamında, olabileceğinin en iyisi olamadığını düşünmüştüm.
Çetin Altan, en yeni yetme halimle ona, “Ben yazar olmak istiyorum” gibi bir şeyler gevelediğimde, bir yazarın, aslında çocukluğunda hissedemediği sevgiyi kazanabilmek için, sevilmek için yazdığını söylemişti.
Medyada da, gizli veya açık, sevilme arzusu olmadan da ön plana çıkılabilir mi?
Televizyonda haber sunuculuğu belki de onun yapması gereken bir şey değildi; ancak, katil Yeşil’in kapısına kadar geldiği, “faili meçhul” olmasına ramak kaldığı zamanların da etkisiyle, televizyon popülaritesi onun belki de sigortası olmuştu.
Haber ölse de Türkiye’de, Birand haberciliğini diri tutmaya çalıştı.
28 Şubat’tan Kürt Meselesi’ne, hiç eğilmeden dik bir duruş; kendisi gibi “andıçlanan”, meslek hayatı bitirilmeye çalışılan Cengiz Çandar’ın yazdığı gibi, “M. Ali ayakta olsa, böyle mi olurdu! ‘Kürt sorunu’nda ömrü boyunca çözüm ve barış için emek harcamış M. Ali, öyle mi geçiştirirdi?”.
Gerçekten de, Diyarbakır’daki tören, bir ülkede 200 bin kişinin katıldığı bir olay, ilk haber olması gerekirken, büyük kanallarının yolladığı muhabirlerin olay mekânında bulunmasına rağmen, en tepeden gelmiş olması muhtemel bir karartmaya uğradı belli ki.
“İkinci bir Habur yaşanmasın” korkusu aslında, “Savaşın kazananı, barışın kaybedeni olmaz” gibi pankartların açıldığı bir törenin Türkiye kamuoyu genelinde yaratacağı bağlanma, kenetlenme duygusu şansının ıskalandığı bir “kontr-Habur” durumu yarattı.
1988’deki Öcalan röportajı, Birand’ın başının en büyük belası olacağına, özgürce yayınlansa, yazılıp çizilse, bugün bu hâlde mi olurduk; habersiz, kopuk bölük pörçük.
“Yahu her şeyin en güzelini, en büyüğünü tatmak istiyorum bu hayatta...” diyordu Birand, Cemre Hanım’a; bunu da gerçekleştirdi.
Bundan altı yıl önce, kendini koruyacak bir kamuoyu sevgisi kozasını çevresine öremediğimiz Hrant Dink, faili meçhul oldu ve hâlâ da öyle kalıyor.
Ablam Aylin Öney, Cumhuriyet’te Hrant ile ilgili bir yazısında şöyle demiş:
“İyi ruh bir güvercine benzer, nurla dolu olur, kötü ruh ise kömür gibi kara olur. Bu bilgiler Aras Yayıncılık tarafından basılan 1914 Öncesi Ermeni Köy Hayatı adlı kitaptan alıntı... İnanışa göre her ruhun bir hacmi ve ağırlığı olur, günahları fazla olan ruhlar daha ağır çekerdi... Ölüm birdenbire gelen bir olay gibi değil aşamalı gerçekleşen bir yok olma süreci olarak görülür, cennete uçuş yedi gün sürerdi.”
Biz, kömürleşmeyelim; seneye bu zaman, yedinci yılda bari Hrant’ı faili meçhul bırakmayalım.
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap