- 8.12.2012 00:00
Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü (DİSA) ve Heinrich Böll Stiftung Derneği, dün ve bugün, Ankara’da bir toplantı düzenliyor; “Kürt Meselesinin Çözümüne İlişkin Algılar, Aktörler ve Süreç”.
Zaten, böylesi toplantılar da olmasa, gerçeklikten tümüyle kopup, siyaset diye tamamen ipe sapa gelmeyen konuları konuşuyor hâle geleceğiz.
Daha bundan birkaç yıl önce, Kürt Sorunu başta olmak üzere, yeni anayasa sürecinden eşit yurttaşlık konusuna, çeşitli alanlarda toplantılar düzenlenirdi. Bugün, hem bu toplantıların sayısı ve toplumsal etkisi azaldı, hem de yapılan toplantılar tamamen içe kapandı. Sivil toplum, akademisyenler ve siyasetçileri biraraya getiren kaç tane toplantının haberini okuyorsunuz artık?
Bugün, bir kere, akademi dünyasının kapısı, Kürt Sorunu’na neredeyse tamamen kapalı.
Sivil toplum ise, hem “bölgede”, hem de Türkiye genelinde, gücüne olan inancını yitirmiş.
Artık, siyasi toplantılar düzenlemek, öncelikle arkasında bir siyasi güç olan büyük hareketlerin yapabileceği bir gövde gösterisi hâline geldi.
Gerçi gövde gösterilerine de itirazım yok, eğer, Bakırköy Belediyesi’nin geçen hafta gerçekleştirdiği gibi olurlarsa. 30 kasım- 3 aralıkta, “Demokrasiler Çağında Uygarlık Konferansı”nda dünyaca ünlü filozoflar Giorgio Agamben, Joan Copjec, Jean-Luc Marion, Bernard Stiegler, Gianni Vattimo’nun biraraya gelmesi örneğindeki gibi yani.
Bu açılardan düşününce, bağımsız bir düşünce kuruluşu olan DİSA’nın son dönemde, Diyarbakır ve İstanbul’da gerçekleştirdiği toplantıların önemi daha bir ortaya çıkıyor.
DİSA’nın yapmaya çalıştığı aslında, son umudumuz da, farkında değiliz.
Sadece Kürt Meselesi’ne ilişkin değil, bu toplumda hak meselelerini tartışmaya, özgürlükler için bireyler olarak mücadeleye dair son umuttan bahsediyorum.
Bunlar öyle, “çok fena olacak herşey” karamsarlığıyla, rastgele edilmiş sözler değil.
Gerçekten, ahlaki bir savruluş yaşıyoruz; “ahlaki” gibi içi muhafazakâr saçmalıklarla boşaltılmış bir lafı kullanmak yerine “etik” de diyebilirim ama o da kavram olarak havada kalıyor.
Ecdat, namus, iffet gibi kavramlarla pek alakası yok bahsettiğim ahlakın. Şu Muhteşem Yüzyılmeselesi sırf Başbakan Erdoğan’ın aklına esti diye dillere dolandı da, dizinin başrol oyuncusu Halit Ergenç’in, Özbekistan lideri İslam Kerimov’un kızı Gülnara’nın parfümünü tanıtmak için ekimde Taşkent’e gitmesi sorun edilmedi.
Kerimov, cuma sabahları Açık Radyo’da yayınlanan Açık Gazete’de Can Tonbil ile birlikte program şansına sahip olduğum Ömer Madra’nın da dikkat çektiği gibi, “muhaliflerini haşlayarak öldüren” bir diktatör.
Ancak, Kerimov ailesinin davetine icabet etmek değil, Muhteşem Yüzyıl’ın, aslında kimsenin de derdi olmaması gereken bir yanı, senaryosu mesele oluyor.
Üstelik de, dizinin senaryosu ile “ecdadımızın rencide edilmesi” ve “halkın ahlakının bozulması” mevzuunda, “bunları kimin neden yaptığı belli”.
Yabancı düşmanlar ve iç işbirlikçileri kastediliyor herhalde bu üzeri kapalı suçlamalarla.
Türkiye’nin artık, “en iyi arkadaşı” Rusya, bu yıl mayıs ayında , “Yabancı Ajanlar Kanunu” diye bir yasa çıkardı. Bu yasayla, ülke dışından kaynak kullanan veya ülke dışından muadilleriyle ortak çalışma yapan tüm sivil toplum örgütleri, “casusluk faaliyetine girişiyor” suçlamasıyla karşılaşma tehdidi altında.
Yani, Ankara’da DİSA ve Heinrich Böll Stiftung Derneği’nin toplantısı, Rusya’da gerçekleşemeyecekti bile.
Türkiye de, bu noktaya gidiyor.
DİSA’dan Nurcan Baysal’ın moderatörlüğündeki, “Yaşam-Algı-Kopuş” oturumunda,Toplumsal Duyarlılık Derneği’nden Özlem Öztürk, “Türkiye’de Kürt Olmak”, yazar Rojin Canan Akın, “90’lardan bu yana Bölgede Kürt Gençlerinin Deneyimleri”, VAKAD’danZozan Özgökçe de, “Bölgede Çatışma ve Kadın” başlıklarıyla konuşmalarına başladılar; ama, anlattıkları hem kendi deneyimleri, hem de gözlemleri olarak, insanı çökerten sarsıcılıkta detaylar içeriyordu.
Hangi birini aktarayım bilemiyorum; Zozan’ın dile getirdiği, Van çevresinde kadınların, sandıklarda özene bezene yıllardır saklanan oyalı yazmalarını, balkonlardan, panzerlere saldıran çocuklara, yüzlerini örtsünler diye atmaları gibi bir sürü çok sembolik, insanı un ufak eden tanıklıklar konuşuldu.
Klişe olarak, bir sürü siyasetçi, “kadınlar yazmalarını atsın, bu gelenektir çatışma bitsin”dedi. Çatışmaların sona ermesinin vebali, hep bu işin asıl mağduru, her türlü siyasetin ezdiği bölge halkının sırtına bir katre daha yük olarak bindirildi.
İşte, siyasetçiler olarak attırabildiğiniz tek yazma budur.
Bu da, sizlerin utancı olsun.
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap