- 20.09.2012 00:00
Çıkış yolu, yok gibi. Her gün yeni şiddet haberleri, ölümler.
Çıkış yolu, belki de uzakta; biraz daha farklı düşünebilmek için Türkiye’den uzak örneklere bakabilmekte. Çünkü artık, Türkiye’nin kendisine bakarak, Türkiye’yi anlamak mümkün değil.
Kendisinden başka hiçbir şey düşünmeyen, göremeyen biri nasıl eleştirel düşünceden uzaklaşır, benmerkezci bir varlığa dönüşürse, Türkiye’nin de hâli öyle. O kadar çok kendimizden ve sadece kendi hâlimizden konuşuyoruz ki, sonunda sadece aynı şeyleri sürekli yineleyen, müthiş içe ve yaratıcılığa kapalı bir hayata mahkûm oluyoruz.
Bingöl’deki saldırı, dün de olmuş olabilirdi, 10 yıl önce de, 20 yıl önce de; en ürkütücü nokta ise, bu saldırı yarın da, 10 yıl sonra da, 20 yıl sonra da tekrarlanabilir.
Dün, bugün ve yarın daracık bir alana kıstırılmış, üzerimize üzerimize gelen kâbuslarla boğuşan ve sadece kâbuslara mahkûm, gelmişi geçmişi geleceği aynı bir sonsuzu yaşıyoruz sanki.
Dünyanın en zehirli hayvanı varsayılan, Phyllobates terribilis, yani Korkunç Phyllobates, miniminnacık bir kurbağa. Kolombiya’nın Pasifik kıyılarında yaşayan bu kurbağacığın vücudunda bulunan bir miligramlık zehir, 20 kadar insanı öldürmeye yetecek güçte.
Bu kurbağa, zehrini kendisini avlayan bir yılana karşı geliştirmiş. Yılanın vücudu, evrim sonucu zehre bağışıklık kazandırdıkça da, kurbağa zehrin dozunu ve etkisini yükseltmiş.
Dünyadaki tüm çatışmaların hikâyesi, bu kadar da basit aslında. Savaş sürdürüldükçe, kırılmaz bir zincir şeklinde zehre bağışıklık ve bağışıklığa karşı zehrin dozunun arttığı ölümcül bir “denge” oluşuyor.
Oysa, başka yaşamlar, başka dünyalar mümkün. Beter dengenin zinciri kırılabiliyor.
Son haftaları, Almanya’nın en kuzeyinde bir kentte, Flensburg’da geçirdim.
Flensburg, Kuzey Almanya, Danimarka, İskandinavya ve Kuzey Avrupa’nın mimari, kültürel özelliklerini birleştiren küçücük bir mücevher kutusu benzeri bir kent.
Baltık Denizi kıyılarında, buz gibi Kuzey rüzgârlarının estiği, fildişi rengi kumlu sahillerin, yeşil uçurumlu boğazların olduğu bir bölgenin, tarihteki en önemli limanlarından.
Önce, biraz kendi dünyamızın ağırlığından sıyrılalım, Flensburg’un ve en ünlü “hazinesinin” tarihine dalıp...
18. yüzyılda, Avrupa’nın en önemli ticari merkezlerinden biri ve aslında Karayipler ile özdeşleşen bir içki olan romun “başkentlerinden” imiş Flensburg. O zamanlar, şekerin esmerden beyaza, yani doğaldan işlenmişe dönüştürülmesinin çok zahmetli olması nedeniyle, beyaz şeker altından daha kıymetliymiş. Karayipler’de Danimarka’nın kolonilerinde üretilen şeker kamışı, çok çabuk bozulduğu için, hasat yapılır yapılmaz hemen kaynatılır ve kristalleşen kısımlar “beyazlaştırılmak” üzere ayrılırmış. Kolonilerin “sahibi” Batı ülkelerinde, beyaz konilere dönüştürülen şeker küpleri de, bebekler gibi özenle mavi kumaşlarla kundaklanırmış.
Karayipler’de, ilk kaynatma işlemi sırasında arta kalan, pekmezimsi koyu şeker şurubundan da, rom yapılırmış. Romun, adının, “keyif” veya “güçlü” anlamlarına gelen kökenlerden geldiği iddiasından, korsanlardan amirallere, 17-18. yüzyıl denizcilerinin en sevdiği, efsanevi içkileri olmasına, hatta maaşların rom ile ödenmesine, yasaklanması sözkonusu olunca Avustralya’nın ilk ve son darbesinin yaşanmasına neden olan “Rom isyanının” çıkmasına, çok hikâyesi var da... Biz, bunları değil, başka şeyleri konuşmak durumundayız.
Flensburg, bugün, dünyaya örnek olan bir “azınlık modeli” ve “çokkültürlülük” modeline sahip olmasıyla meşhur.
Flensburg ve çevresinde yaşayan, 50 bin kadar Danimarka kökenli Almanya vatandaşı var.
Bu “minik azınlık”, kültürlerine ve dillerine son derece düşkün. Kendilerini, Almanlardan çok farklı, çok ayrı görüyorlar
Bir de tabii, tarihteki çatışmaları bir yana bırakalım, daha yakın bir geçmişte gerçekleşen 2. Dünya Savaşı’nın, Almanya’nın Nazi geçmişinin ve Danimarkalıların, işgal edilen bir ülkenin insanları olarak Nazilerden çektiklerinin hiç de hoş olmayan hatıraları var.
Savaş sonrası sınırlar mühürlendiğinde, Danimarka tarafında kalan Alman azınlıksa, liderlerinin Nazileri fena hâlde desteklemesi nedeniyle, damgalanmış ve iyice dışlanır hâle gelmişler.
Danimarka, Almanya sınırları içindeki azınlığının haklarını korumayı kendisine iş edinmiş; 1955’te de, Almanya ve ile karşılıklı anlaşmalar imzalanmış. Bonn-Kopenhag Deklarasyonları olarak bilinen bu belgelerle de, taraflar birbirlerindeki azınlıklarının kültürel haklarını yasal güvence altına almış.
Bugün, iki ülke karşılıklı olarak, azınlıklarının okulları, gazeteleri, kiliseleri ve hatta siyasi partilerinin desteklenmesi için milyonlarca avroyu birbirlerine aktarıyor.
Avrupa Birliği de, bölgesel işbirlikleri programları çerçevesinde iki azınlığın birbiriyle dayanışmasını destekliyor.
Bu destek ötesinde de, Danimarkalı azınlık ve Alman muadili, birbirlerinin haklarına sahip çıkıyor, bir taraf herhangi bir konuda sorun yaşayınca diğeri ona omuz veriyor.
Mesela, 2008’de Almanya’nın Schleswig-Holstein Federal bölgesi, Danimarkalı azınlığın okullarına olan mali desteğini, “küresel kriz” dolayısıyla kesmeye karar verince, ilk karşı çıkanlar arasında sınır ötesinde, Danimarka’da yaşayan Alman azınlık olmuş.
Aynı şekilde, Danimarka, Almanya sınırına “artan suç oranı” nedeniyle polis kontrolü getirmeye kalkınca, iki azınlık beraber eylemler gerçekleştirmiş.
“Şeker” Flensburg’da da sorsanız sorun çok; hep yeni bir müzakere alanı çıkıyor. Ama en azından, sorunlar “konuşularak” halledilmeye çalışılıyor; aslında “çözüm” yok, diyalog var çünkü
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap