- 13.09.2012 00:00
Çin’de, Komünist Parti Genel Sekreteri, Devlet Başkanı ve Genelkurmay Başkanı Hu Jintao, gelecek martta görevini bırakacak.
Hu, Rusya’nın en Kuzey’inde düzenlenen, Asya Pasifik Dayanışma Zirvesi’nde geçen cumartesi, bu yaklaşan görev değişikliği nedeniyle icraatlarını uluslararası bir platformda da sergilemek için 10 yıllık iktidarı boyunca yaptıklarını anlatı.
Bu “icraatın içinden” açıklamaları, Türkiye’de AKP’nin grup konuşmalarında, TRT’de yayınlanan “Ulusa Sesleniş” konuşmalarında, ekonomideki, altyapıdaki gelişmeleri sıralayan, “bu ülkeyi nereden nereye getirdik” mesajını veren Başbakan Erdoğan’ın söyledikleriyle çok paraleldi.
Çin ile Türkiye arasında paralel olan sadece Hu ve Erdoğan’ın (ve aslında Rusya’da Vladimir Putin’in) ekonomik bakımdan “ben olmasaydım, niceydi hâliniz” yaklaşımını sürekli yinelemesi değil.
Çin, Rusya ve Türkiye’nin ortak noktası, aynı zamanda siyasi şeffaflıktan çok uzak olmaları.
Çin’de Hu’nun yerine geçecek olan politikacı, Başkan Yardımcısı Xi Jinping, neredeyse eylül başından beri “kayıp”. Geçen hafta, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Singapur Başbakanı Lee Hsien Loong ve Danimarka Başbakanı Helle Thorning-Schmidt ile olan randevularına gitmedi.
Çin’de, politik meseleler üzerine yorum yapan 250 milyon blog yazarı olduğu iddia ediliyor; Xi’nin adı bloglarda yasaklandı ama, kendisine takılan “veliaht prens” gibi isimlerle hakkında bir sürü spekülasyon yapılıyor.
Tıpkı, Türkiye’de siyasete ilişkin sürekli yenileri üretilen komplo teorileri gibi Çin’de de, siyasi analiz ve yorum demek, biraz da komplo teorisi ve verilere dayanmayan spekülasyon demek.
Bugün Türkiye’de AKP analizi olarak okuduğumuz birçok şey, Çin üzerine tamamen, kısıtlı bilgi, bol hayal gücünden hareketle tahminler yapan uluslararası istihbarat uzmanlarının gelecek okumalarından farklı değil.
Açıkçası, Çin Komünist Partisi’ndeki liderlik yarışı, Bizans oyunlarıyla ilgili olarak, eğer meraklıysanız, uluslararası haber sitelerinden, Türkiye’de medyayı takip edip de Ankara’daki ayak oyunları üzerine öğrenebileceğinizden daha fazla (ve daha güvenilir) bilgiler de edinebilirsiniz.
Ayrıca, Çin’in üst düzey elitinin sağlığı hakkında mesela takınılan ketum tavır, aynı Türkiye’de Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül’ün, bazen haftalarca onları görevden uzak tutan sağlık sorunları konusundaki yuvarlak ve kısa açıklamalara benziyor. Çin’de Xi, bir “bel sorunu” yaşıyor. Türkiye de, “sindirim sistemi”, “kulak sorunları”...
Başbakan Erdoğan, Rusya ziyareti ertesinde, “Putin’e, Avrupa Birliği’ni boşverelim, bizi Şangay İşbirliği’ne alın dedim” mealinde bir açıklama yapmıştı. Evet, geçen temmuzda Kanal 24’te, Yiğit Bulut’un “Sansürsüz” programında olmuştu bu.
Geçtiğimiz haftalarda, Paris merkezli İnsan Hakları Federasyonu (FIDH) “Şangay İşbirliği’nin en büyük ortak işbirliği, bu organizasyonu insan hakları ihlalleri bakımından bir ‘araç’ olarak kullanmaları” sonucuna varan bir rapor yayınladı. 2001’den beri toplanan Şangay İşbirliği, Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan’dan oluşuyor. Rapora göre, bu ülkeler, kendi aralarında yarattıkları “güvenlik” odaklı standartları, insan hakları ihlalleri için bahane olarak kullanıyor ve uluslararası hukuka tamamen sırtlarını dönmeye çabalıyorlar.
Çok güzel hareketler bunlar.
2007’deki en büyük endişelerimden biri, Türkiye’nin Çin veya Rusya benzeri bir otoriter, insan hakları ihlallerinin yaygın olduğu, iç toplumsal sorunların baskıyla göz önünden uzak tutulmaya çalışıldığı devlete dönüşmesiydi. Askerî vesayet eliyle...
Dünya, bildiğimiz hâlinden çıkarken, sadece “kötü örnekleri” izleyip, hak ve özgürlükler bakımından, gene ve yine sorun yumağı hâline gelmek, Türkiye’yi sadece dibe çekecek.
Hak ve özgürlükler alanındaki duruşu kaybederse bir ülke, aslında her şeyini kaybeder.
Geçtiğimiz gün 11 Eylül’ün yıldönümüydü; eğer, o saldırıya farklı bir yanıt verilmiş olsa, Irak’ın, Afganistan’ın işgali hiç yaşanmamış, Guantanamo Hapishanesi hiç açılmamış olsa acaba bugün ABD nasıl bir ülke olurdu? Mesele güçse, acaba ABD’nin nasıl bir gücü olurdu?
Bugün, Mısır’da, Libya’da en ufak bir tepki doğduğunda hâlâ nefretle Amerikan bayrakları yakılıyorsa, yapılan hataların bedelinin, daha yıllar yılı ödenmeye devam edeceğini, dahası ABD’nin bir daha eski uluslararası siyasi ağırlığına kavuşamayacağını öngörmek zor değil.
Şu an, Almanya-Danimarka sınırındayım. Sınırın olduğu yerde sadece ufak bir taş var. Bir gün, Türkiye’nin tüm sınırları da birer birer öyle “görünmezleşecekler”. Yok olacaklar demiyorum; ama torunlarımız belki, bir gün Suriye-Türkiye sınırında durup, bugün yaşanan sorunların anılarının üzerinden nasıl bir gelecek tasavvuru yaratabileceğini konuşacak.
Kilis’ten dalga dalga mevsimine göre yeşil veya sarı bir deniz gibi Halep’e uzanan ovada bir taşın önünde durup, “sınırın tam yeri neredeydi” diye tartışacak bugün daha doğmamış gençler.
Görünürde bir asker bile olmayacak, tek bir silah bile.
Ancak, Türkiye’nin siyaseti böyle bir gelecek ufku yerine, ters dönmüş hamamböceği gibi debelenmekle meşgul.
Hâlbuki sorunların değil çözümlerin parçası olarak “güçlenmek” de mümkün olabilirdi.
Danimarka-Almanya sınırında da her şey mükemmel değil. Bölgedeki politikacılar, gazeteciler, hep “insanların kafasındaki sınırdan” ve asıl kaldırılması zor olanın bu “görünmez sınırlar” olduğundan bahsediyor. Haftaya, bu konudan devam; sınırları zorlayarak...
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap