- 14.01.2016 00:00
Today's Zaman'da çıkan yorumlarımın devamlı okurları arasında, elli yıldan fazla bir süre önce bir bursla gittiğim ABD'de, sadece bir yıl birlikte okuduğum Amerikalı sınıf arkadaşlarım var.
Bunlardan biri geçenlerde, ABD'de okuyan bir Türk üniversite öğrencisinin New York Times'ın yorum sayfasında çıkan yazısına dikkatimi çekti. Yazı, Amerikan posta idaresinin mükemmel işlediği, bu gibi kurumların ABD'yi dünyanın en güçlü ülkesi kıldığı ana fikrini işliyordu.
Evet, ABD'yi dünyanın en güçlü ülkesi kılan etkenler arasında, posta idaresi gibi kurumların mükemmel işleyişinin rolü olmalı. Ne var ki, ABD dünyanın en güçlü ülkesi ise, en yaratıcı ve yenilikçi toplumu ise bunu açıklayan esas etken, muhakkak ki, (bütün eksik ve kusurlarına rağmen) güçlü bir demokrasiye sahip olması; bireyin temel hak ve özgürlüklerinin adım adım güçlenerek yerleşmiş oluşu. Bu başarı sadece 18. yüzyılın sonunda yapılan anayasayla ve yöneticilerin anayasaya saygı göstermesiyle açıklanamaz. Belki daha önemlisi, yurttaşların haklarını ve özgürlüklerini savunmada gösterdikleri, başka ülkelerde ender görülen kararlılık ve cevvaliyet.
Türkiye'de ve dünyada siyasete ilişkin gözlemlerim sonunda ulaştığım temel sonuç şu: Bireyin değil milletin, ümmetin, sınıfın özgürlüğünün esas alındığı, halkın hak ve özgürlüklerine sahip çıkmadığı her yerde zalim, otoriter–totaliter rejimler hakim oluyor. Evet, Türkiye'de bireyin temel hak ve özgürlüklerini güven altına alacak anayasaya, bu anayasaya saygılı olacak yöneticilere ihtiyacımız var. Ne var ki, yurttaşlar hak ve özgürlüklerini kararlılıkla savunmadıkça, ne o anayasa, ne de o yöneticilere sahip olunabilir. Son günlerde yaşanan olaylar, bunu yeterince açıklıkla göstermiyor mu?
Televizyonda yayımlanan bir eğlence programına Güneydoğu'dan bir öğretmen bağlanıyor ve bölgede artan şiddetin yol açtığı trajediye, sivil halkın maruz kaldığı baskılara kayıtsız kalınmaması çağrısı yapıyor. Sonra ne oluyor? Hem programın sunucusu, hem de öğretmen hakkında “terör propagandası” iddiasıyla soruşturma başlatılıyor. Bunun üzerine ne oluyor? Program sunucusu da, kanalın yöneticileri de ifade özgürlüğünü savunmak şöyle dursun, bin bir özür diliyor, devlete bağlılıklarını bildiriyor. Başı derde giren herkes gibi yarın çıkıp “paralelin kumpasına geldik” derlerse kimse şaşırmayacak…
Daha sonra ne oluyor? 1128 akademisyen Güneydoğu'da insan hakları ihlallerine dikkat çeken, barış sürecine dönülmesini isteyen bir bildiri yayımlıyor. Cumhurbaşkanı hemen onları “mandacı, hain, cahil, aydın müsveddesi” ilan ediyor; savcılara, YÖK'e haklarında soruşturma açılması talimatı veriyor. Bir mafya babası akademisyenlere ölüm tehditleri savuruyor. Derken İstanbul, IŞİD'in hazirandan bu yana dördüncü canlı bomba saldırısına sahne oluyor. Bu defa hedef, ekonomiyi baltalamak amacıyla turistler. Hemen saldırıyla ilgili yayın yasağı konuyor.
Ülkenin geldiği nokta şu: İktidar, şimdi de güvenlik gerekçeleriyle temel hak ve özgürlükleri baskı altına alıyor. Oysa temel hak ve özgürlüklerin bastırılması, güvenliğe karşı en büyük tehdit. PKK sorununu öldürerek çözmekte ısrar edilirken, IŞİD Türkiye'ye karşı saldırılarını tırmandırıyor; şiddet giderek ülkeye yayılıyor. Türkiye, gittikçe otoriterleşen bir yönetim ve giderek yayılan şiddet ile Suriyeleşme tehlikesi arzediyor.
Buradan çıkışın yegane yolu, insan hakları ihlallerine son vermek, barış sürecini canlandırmak ve güvenlik önlemlerini (asla konuşmakla yola gelmez) IŞİD ile mücadeleye odaklamak. Ülkenin geleceğine dair sorumluluk duyan herkes, hak ve özgürlüklerine sahip çıkarak otoriterleşmeye karşı, iç barış lehine sesini yükseltmek zorunda.
Yorum Yap