- 15.08.2015 00:00
Beklenen oldu. Ne yazık ki, PKK ile çatışmaların tırmandığı, çatışmalarda ölenlerin sayısının her gün arttığı, başta IŞİD olmak üzere dış tehditlerin arttığı bir ortamda erken seçime gidiyoruz.
Erken seçimin ne gibi bir sonuç vereceği de belirsiz. Türkiye'nin kısa sürmeyecek bir istikrarsızlık dönemine girdiği muhakkak.
Bu durumun başta gelen sorumlusu muhakkak ki, AKP'nin fiili lideri, tekrar seçim isteyen Cumhurbaşkanı Erdoğan. Erdoğan, “Kürt sorunu yoktur…” diyerek barış görüşmelerine son verdi, PKK ile çatışmaları tetikledi. HDP'yi akan kanın sorumlusu olarak göstermek suretiyle barajın altına düşürebileceğini, böylelikle 7 Haziran'da kaybettiği inisiyatifi yeniden ele geçirebileceğini düşünüyor. “Ne diyorlardı, ‘seni başkan yaptırmayacağız'… Bu sözün aslında ‘Türkiye'yi 2023 hedeflerine ulaştırmayacağınızı' ifade ettiğini çok iyi biliyoruz…” diye konuşuyor. Türkiye'nin geleceğini kendi ihtiraslarıyla kaim gördüğünün herhalde bundan daha açık bir ifadesi olamazdı...
Bunun için Erdoğan, AKP ile CHP arasında koalisyon görüşmelerini oyalama, 45 günlük süreyi doldurma amacıyla kullandı. Başbakan Davutoğlu'nun Erdoğan'dan bağımsız davranabileceğine, CHP ile koalisyon kurabileceğine ihtimal verenler fena halde yanıldılar. Erdoğan'ın Davutoğlu'nun siyasi kişiliğini sıfırlayabileceğini göremediler. Erdoğan ne dedi: “Başbakan intihar edecek değil…”
Sorunların öncelikle Erdoğan ve ihtiraslarından kaynaklanıyor oluşu, Türkiye'nin huzur ve istikrar bulamayışının temel nedenlerinin unutulması sonucunu vermemeli. Türkiye gibi çok – kültürlü ve çok – kimlikli bir ülke ancak ve ancak, özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasinin yerleşmesiyle huzur ve istikrar bulabilir. Oysa Cumhuriyet'in fabrika ayarları, kuruluş ilkeleri, yıllar içinde geçirdikleri bütün revizyonlara rağmen, buna izin vermiyor. Nedenlerini çok yazdım, anlattım, ama bir kez daha hatırlatayım.
Cumhuriyet, modernleşmenin ancak otoriter bir rejimle mümkün olabileceği varsayımıyla kuruldu. Önce tek – parti rejimiyle yönetildik. Bu dönem boyunca, muhalefet vatan hainliği olarak görüldü ve mahkum edildi. Sonra, 20. yüzyılın ikinci yarısı boyunca askeri - bürokratik vesayet altında olan bir tür çok – partili rejim geldi. Nihayet 1999'da AB'ye adaylığın ilanından 2010 – 2011'e kadar geçen dönemde AB kriterlerinde bir demokrasiye geçiş yönünde ciddi adımlar atıldı. Bu dönemde Türkiye hiç görmediği kadar huzur ve istikrar buldu. Ne yazık ki dönemin başbakanı Erdoğan, reformları toplumsal desteğini arttırmak ve askeri vesayete fiilen son vermek için kullandı. Bunları başardığına inandığı anda tüm reformlara sırt çevirip, ülkeyi başladığı yere döndürdü. Cumhuriyet'in kurucu geleneğine sadık olarak her türlü muhalefeti ihanet olarak görüyor, sivil toplumun güçlenmesine tahammül edemiyor.
Cumhuriyet'in ikinci varsayımı, modern bir toplumun ancak bütün toplumun Müslümanlaştırılması ve İslam'ın da Diyanet İşleri Başkanlığı'nca temsil edilen devlet tekeli altına alınmasıyla kurulabileceğiydi. İslamcı sosa bulanmış Türk milliyetçiliği güden AKP iktidarı da inanç özgürlüğü tanımıyor, Diyanet dinini dayatmaya devam ediyor. Cumhuriyet'in üçüncü varsayımı, modern bir toplumun ancak bütün toplumun Türkleştirilmesini gerektirdiği yönündeydi. O günden bugüne irili ufaklı 29 Kürt isyanından sonra Kürt kimliğinin inkarından vazgeçildi, ama Kürtler zorunlu asimilasyona tabi tutulmaya devam ediyor.
Evet, Türkiye'nin huzur bulması için AB kriterleri üzerine kurulu, özgürlükçü ve çoğulcu bir rejime ihtiyacımız var: Seçimle gelen iktidar ve kuvvetler ayrılığı anlamında demokrasiyi; insan haklarına dayalı hukuk devletini; azınlıkların saygı görmelerini ve korunmalarını güven altına alan kurumları yerleştirmekten başka çaremiz yok.
Yorum Yap