- 30.10.2014 00:00
Aklı başında olan herkes görüyor ki Cumhuriyet’in 91. yılında hayli endişe verici bir manzarayla karşı karşıyayız.
Geçen Mayıs ayında Manisa-Soma’daki bir madende çıkan yangında 301 maden işçisi can vermişti. Bu defa Karaman–Ermenek’te 18 maden işçisi, ocağı basan tonlarca suyun altında mahsur kalmış durumda. Her geçen saatle, işçilerin kurtarılma umudu azalıyor. Gerekli güvenlik önlemlerinin alınmaması Türkiye’yi ölümlü iş kazaları bakımından dünyanın önde gelen ülkeleri arasına sokuyor. Bu durumun bir numaralı sorumlusu hiç şüphe yok ki iktidara egemen olan, insanın ve çevrenin korunmasını hiçe sayan, “Ne pahasına olursa olsun ekonomik büyüme” anlayışı; ölümleri (iktidarın başı olan Tayyip Erdoğan’ın açıkça ifade ettiği) “işin fıtratı” ile açıklayan zihniyet.
Ermenek’te yaşanan facia, birçok 91. yıl etkinliğinin, bu arada Erdoğan’ın imar ve iskan izni olmadan inşa ettirdiği, adına da “AK Saray” yani “AK Parti Sarayı” denilen mekanda vereceği resepsiyonun da iptaline yol açtı. Resepsiyon yapılsaydı muhalefet partilerinin hiçbiri katılmıyor olacaktı ve Erdoğan iktidarının Türkiye’yi içine soktuğu siyasi kutuplaşmanın vardığı nokta gözler önüne serilecekti. 91 yıllık Cumhuriyet tarihinin özeti, özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiyi yerleştirmekten hâlâ uzak oluşumuz. Kuşbakışı göz atacak olursak, bu tarihin 1923’ten 1950’ye kadarki ilk dönemi, bir tek-kişi, tek-parti yönetimi altında geçti. Bu döneme Kemalizm’in modernleşme için otoriter idare, otoriter laiklik ve otoriter kimlik (hepimiz Türk’üz) politikaları egemen oldu.
20. yüzyılın ikinci yarısında, tek–parti yönetiminin son bulduğu ama otoriter laiklik ve kimlik politikalarının sürdüğü, askeri-bürokratik vesayet altında çok–partili düzene geçildi. Yönetimin dizginlerini elinde tutan TSK, siyasilerin resmi ideolojiyle çizilen yetki sınırlarını aştıklarına hükmettiği her defasında, farklı türde bir darbeyle iktidara el koydu. 21. yüzyıla askeri–bürokratik vesayeti geride bırakacağımız umuduyla girdik. AKP iktidarı, ilk iki döneminde Türkiye’nin zenginleşmesi ve özgürleşmesi yolunda azımsanmayacak adımlar atarken, vesayet rejimini diriltmeyi amaçlayan askeri ve yargısal darbe girişimlerini, yaygın halk desteğiyle bertaraf etmeyi başardı.
Aynı iktidar, 2011’deki genel seçimden sonra güç kirlenmesine uğradı. 12 Eylül anayasasının verdiği imkanları da kullanarak giderek keyfileşti, otoriterleşti ve tek–adam idaresine yöneldi. Muhalefet bastırılmaya, susturulmaya başladı. Geçen yılın sonundaki 17–25 Aralık soruşturmaları ülkeyi Cumhuriyet tarihinin en büyük rüşvet ve yolsuzluk iddialarıyla sarstı. O günden bu güne iktidar, soruşturmalarını bastırmak amacıyla, askeri vesayetçilerin Balyoz ve Ergenekon darbe girişimlerini aklamak için kullandıkları bahaneye, “Fethullahçı kumpas” safsatasına sığınarak, hukuk devletini ayaklar altına aldı ve hızla bir polis devleti kurmaya doğru ilerlemekte.
Siyasi kutuplaşmalar had safhaya vardı. Toplumun bütün fay hatları çatırdıyor. Kürtlerin ülkeden duygusal kopuşu hızlanıyor. Kürt sorununa çözüm ve iç barış umudu azalıyor. Dindarlar bile otoriterleşmeye karşı çıkanlar ile destek verenler arasında bölündü. Erdoğan iktidarı korumak için Türk milliyetçiliğine yönelme, askeri vesayetçilerle ittifak kurma sinyalleri verirken, gerilediği sanılan vesayetçi zihniyet (yani ulusalcılık ve laikçilik) yeniden yükselişe geçmiş durumda. Ülke içte ve dışta çatışma ve savaş bataklığına itilme tehlikesiyle karşı karşıya.
Geçen yüzyılın ikinci yarısında Türkiye askere dayalı otoriterlikle mücadelede zengin tecrübeler kazandı. Anlaşılan o ki, demokrasinin yerleşmesi için şimdi seçmene dayalı otoriterlikle mücadelenin kazanılması gerekecek.
Yorum Yap