- 25.09.2014 00:00
Çok şükür 21. yüzyılda artık şu gerçeklerin üzeri örtülmüyor: Türkiye’nin nüfusun yüzde 15 dolayında bir bölümünü oluşturan Kürt yurttaşları vardır.
Anadilleri (farklı lehçeleriyle) Kürtçedir. Coğrafi tanımla Türkiye Kürdistanı’nı oluşturan Doğu ve Güneydoğu illerinde çoğunluğu oluştururlar. En az yarısı ülkenin batı bölgelerinde yerleşiktir. Aralarında Türkiye’den ayrılmayı isteyenler hâlâ hayli azınlıktadır, ama çoğu Türkiye Cumhuriyeti’nin bir yurttaşlar devleti olmasını, anadilde eğitim ve özerklik talep etmektedir.
Cumhuriyetin kuruluşundan 1990’lara gelinceye kadar Ankara’ya hakim olan bakış açısı, modernleşmenin icabının tek-kültürlülük olduğu gerekçesiyle, Kürtlerin siyasi, ekonomik ve sosyal bakımlardan entegrasyona, kültürel bakımdan da asimilasyona tabi tutulmasıydı. Kürtler 1925’ten başlayarak bu politikaya zaman zaman şiddetle direndiler. Şiddetli direnişe 1984’ten beri, Türkiye Kürtlerini vesayeti altına alma iddiasındaki PKK öncülük ediyor.
Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı’ndan itibaren Ankara’da yükselen Kürt hareketine karşı iki yaklaşım çekişmeye başladı: Sivil siyasetçilerin hakim olduğu kanat, Kürt kimliğinin tanınmasını ve tüm Kürtlerle barış ve dostluğu esas alan politik çözüme meyletti. Askerlerin hakim olduğu kanat ise inkâr ve eritme, tüm Kürtleri tehdit olarak görme ve silahlı çözüm politikalarında ısrarcı oldu. Ancak AKP iktidarı altında Ankara, adım adım Kürt kimliğinin inkârına son verdi; Irak Kürtleriyle yakın ilişkiler kurdu; Mart 2013’ten bu yana da şiddetin son bulması için (ayrılıkçılıktan vazgeçip, özerklik talep eden) PKK ile, el yordamıyla yürütüldüğü, ağırdan alındığı izlenimi bırakan ve her an raydan çıkabilme sinyalleri veren barış müzakereleri yürütüyor. Irak ve Suriye’deki IŞİD radikal İslamcı ayaklanması, her şeyden önce söz konusu barış sürecinin Türkiye’nin güvenliği ve bütünlüğü açısından taşıdığı önemi hatırlatmakta.
Uzun zamandır yazılarımda altını çizdiğim nokta, yurt ve bölge gerçeklerinin Türkiye’nin kendi Kürtleriyle ve bütün Kürtlerle barış ve ittifak içinde olmayı emrettiği. Irak ve Suriye’de, hem de İslam adına, olağanüstü bir hunharlıkla kendini gösteren IŞİD önderliğindeki İslamcı ayaklanma, bu ittifakın hayati önemini gösteriyor. Zira açıktır ki IŞİD, hem Türkleri hem de Kürtleri tehdit ediyor. Bugün için Irak ve Suriye’nin Sünni Arap olmayan halklarını, bu arada Kürtleri hedef alıyor, ama imkân bulursa yarın Türkiye’yi de hedef alacağı muhakkak.
IŞİD tehdidine karşı Türkiye’nin güvenliğini ve bütünlüğünü korumaya yönelik, gerçekçi ve akılcı politika ne olabilir? Bu politikanın gerekleri şöyle sıralanabilir: Barış sürecini hızlandırın; Türkiye’ye ve Kürtlere karşı silah kullanılmaması koşuluyla ve Türkiye Kürtlerinin ortak talepleri temelinde, PKK ile barış yapın. Türkiye, Irak ve Suriye Kürtlerini birbirlerine karşı oynamayı bırakın; hepsiyle dostluk ve ittifak ilişkisi geliştirin.
IŞİD tehdidi elbette sadece askeri önlemlerle giderilemez, ama askeri önlemler alınmasını da zorunlu kılmakta. IŞİD’e karşı ABD önderliğindeki uluslararası koalisyona imkânlar ve öncelikler ölçüsünde destek verin. Tehdit altındaki gerek Irak, gerekse Suriye Kürtleriyle, Türkmenler ve Ezidiler dahil tüm bölge halklarıyla dayanışmayı sürdürün. Ama gerek Irak’ta, gerekse Suriye’de Sünni Arapların iktidardan pay almalarını sağlayacak demokratik, federal bir çözüm olmadan IŞİD sorununun aşılamayacağı, bölgede istikrarın mümkün olamayacağı bilinciyle, siyasi çözüm için çalışın.
Bugünkü yönetimiyle Ankara, akıl ve mantığın emrettiği bu politikaları izleyebilir mi? O ayrı bir mesele.
Yorum Yap