- 12.06.2014 00:00
Kürt–çoğunluklu bölgede ya da Türkiye Kürdistanı’nda olup bitenleri anlama çabasında güvendiğim kaynakların başında gazetemizin Diyarbakır/Amed büro şefi Aziz İstegün’ün haber-yorumları gelir.
Son Lice eylemleri, can veren eylemciler ve izleyen “bayrak krizi” konusunda da öyle oldu. İstegün, “Bir buçuk yıl süren sükunetin ardından ne oldu da eylemler hız kazandı?” sorusuna verilen iki cevaptan söz ediyor. (Bkz. “PKK aslında ne istiyor?” Zaman, 10.06.2014.) Bir açıklamaya göre, gelişmeler, gerçekte çözüm sürecinin sağlıklı ilerlediğine işaret etmekte. Olan bitenlerin tümü MİT’in bir algı operasyonu. “Hükümetle PKK veya Abdullah Öcalan arasındaki iyi ilişkilerin, cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde batıdaki milliyetçi oylar açısından risk oluşturduğunu düşünen MİT, aralarından su sızmıyor algısını yıkacak, aynı zamanda (yatıştırıcı rol oynayan – Ş.A.) Öcalan’ı güçlendirecek bir yol aradı.”
Bana daha inandırıcı gelen açıklama ise ikincisi: MİT ile Öcalan arasında anlaşmaya varılan konularda somut bir adım atılmaması üzerine PKK içinde “bunlar bizi oyalıyor, işi zamana yayıp kandıracaklar” düşüncesi güçlendi. Yani olup bitenler, çözüm sürecinin Tayyip Erdoğan ile Abdullah Öcalan arasında “sen bana bunu ver, ben de sana şunu vereyim” şeklinde özetlenebilecek pazarlıklarla ilerleyemeyeceğini, tıkanma işaretleri verdiğini gösteriyor.
Bana göre, tek başına “bayrak krizi” öncelikle şunları söylüyor: Kürt milliyetçi hareketinin “bizim bayrakla bir alıp veremediğimiz yok” yönündeki bütün açıklamalarına rağmen, ay-yıldızlı bayrak Kürt yurttaşların bir bölümü açısından, ne yazık ki hâlâ bir inkâr ve baskı alameti olarak görülmeye devam ediyor. Üzerinde düşünülmesi gereken, o “çocuğun” nasıl olup da o bayrağı indirebildiği değil, niye indirdiği; ay-yıldızlı bayrağın bütün yurttaşlardan saygı görmesinin nasıl sağlanacağı... MHP lideri Devlet Bahçeli’nin “densizin alnından vurulması haktır, hukuktur” diye haykırması ise maalesef Kürt sorununun “öldürerek” çözülemeyeceği dersini alamamış olanların hâlâ var olduğuna işaret etmekte.
Oysa yılların acı tecrübelerinden çıkarılacak temel ders şu: Kürt sorunu ne öldürerek çözülebilir ne de Kürtlerin demokratik hakları inkâr edilerek... Bir defa daha hatırlamakta yarar var: Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ulus devlet olarak inşası fikri, iflas etmiş bir tasavvur. Türkiye’nin Türklerin değil, hangi etnik ve dinsel inançtan olursa olsun tüm yurttaşlarının devleti olarak yeniden tasarlanması mecburiyeti çoktan kapıya dayandı. Sünni’si ve Alevi’siyle Kürtler bağımsızlık mücadelesine, savaş sonunda kurulacak devlette dil ve kültürlerinin, kimliklerinin saygı göreceği, illerinde özerk olarak yaşayacaklarına dair vaadler üzerine omuz verdiler. Vaadlerin yerine gelmemesi yüzünden bugüne kadar irili ufaklı 29 isyan yaşadık. Ülke bütünlüğü korunacak ise bu vaadlerin yerine getirilmesi şart. İşin özü bu.
Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, hükümetin 6 Haziran’da Diyarbakır’da düzenlediği çalıştayda söylediklerinde çok haklı: Çözüm süreci İmralı’ya gidip gelmelerle devam edemez; siyaset kurumunun elini taşın altına koyması gerekir.” (Aktaran Orhan Miroğlu, Star, 9 Haziran.) Çözüm süreci ancak çözümden yana olan tüm güçlerin, tüm tarafların desteğinin seferber, çözüme karşı olanların ise tecrit olmasıyla başarılabilir. Bu da özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiyi bütün kurum ve kurallarıyla inşa edecek bir anayasanın yapılmasıyla mümkün olabilir. Çözüm sürecini bütün gücü elinde toplamanın bir aracı olarak gören bir başbakan, barışın mimarı olamaz.
Yorum Yap