- 15.03.2014 00:00
Geçen ay sonunda Avrupa Parlamentosu’nda düzenlenen Türkiye üzerine yuvarlak masa toplantısında bana sorulan sorulardan biri de, Başbakan Erdoğan ve kliği hakkındaki iddiaları içeren Cumhuriyet tarihinin en büyük rüşvet ve yolsuzluk soruşturması karşısında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün tavrının ne olacağıydı. (Bkz. “Brüksel’den bakınca Ankara” başlıklı yazım, Zaman, 25.02.2014)
Soruya cevaben Cumhurbaşkanı Gül’ün, Erdoğan’ın ülkeyi giderek kutu plaştırmasından hayli rahatsız olduğunun tahmin edildiğini söyledim. Toplum çoğunluğunun Gül’ün (ve AKP’nin kurucularından Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın) ülke çıkarlarına sadakatlerinin, Başbakan’a duydukları sadakatten daha güçlü olduğuna inandığını; Gül’den önüne gelecek hukuk devletini ve özgürlükleri tepeleyen yasaları veto etmesinin beklendiğini; aksi takdirde saygınlığının büyük zarar göreceğini anlattım. Her ne kadar Gül, “Ne yapabilirim ki?..” diyerek bir rol üstlenmeyi düşünmediğini belli ettiyse de, hâlâ olumsuz gidişe dur diyebileceğinin umulduğunu; bunu yapmak için “Belki etin çürümesini bekliyor…” diye konuşulduğunu da aktardım.
Ne var ki o günden bu yana Gül, önce Erdoğan ve kliğinin yolsuzluk soruşturmasını örtbas etmek amacıyla çıkardığı besbelli olan HSYK yasasına onay verdi; sonra, anayasal yetkilerinin dışına çıkarak, hükümetten bunda bazı küçük düzeltmeler yapılmasını istedi. Hükümetle pazarlığını AKP’nin ilk başbakanı olduğu gerekçesiyle temellendirdi. Ardından, hukuk devletine aykırılıkları ayan beyan ortada olan, internet iletişiminin kısıtlanmasıyla ve dershanelerin kapatılmasıyla ilgili yasaları da onayladı.
Gül hakkında karamsar olanlar, onun kendisini 76 milyonun cumhurbaşkanı olarak değil, AKP’nin ilk başbakanı olarak gördüğünü ve ondan artık ürkütücü gidişin önlenmesi bağlamında bir hayır gelmeyeceğine, Erdoğan ve kliğine olan sadakatinin ülke çıkarlarına olan sadakatinden daha ağır bastığına inanıyor. Öte yandan Gül’ün bütün Türkiye halkının ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temsilcisi olarak Cumhurbaşkanlığı’nın kendisine yüklediği sorumluluğu yerine getireceğine dair hâlâ iyimserliğini koruyanlara da rastlıyorum. Bunlar Gül’ün anayasal yetkilerini kullanarak, Bakanlar Kurulu’nu toplantıya çağırıp uyarılarda bulunmasının; haklarındaki fezlekeler Meclis’e gelen bakanların dokunulmazlıklarının kaldırılarak yargılanmalarını istemesinin mümkün olduğunu; bunun için 30 Mart’taki yerel seçim sonuçlarını görmeyi beklediğini düşünüyor.
Ben de onlara şunu soruyorum: Diyelim ki, 30 Mart’ta iktidar partisi, kimilerinin umduğu gibi, yine yüzde 40–50 arasında oy aldı. O zaman, yapılan yolsuzluklar aklanmış, hukuk devletinin tahribi kabullenilmiş mi olacak? Kutuplaşmalar son mu bulacak? Keyfî ve otoriter yönetim meşrulaşmış mı olacak?
Gül’ün önümüzdeki süreçte davranışının ne olacağını tam kestiremiyoruz. Muhakkak olan bir şey varsa, o da görevlerini gereğince yerine getirdiğine inananların oranının hızla düşmekte oluşu. Bir araştırmaya göre, bunların oranı 2011 sonunda yüzde 80’lere çıkmışken, bu yıl yüzde 40’lara inmiş durumda. (Bkz. Metropoll araştırması.) Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’na aday olma olasılığı gibi, Gül’ün yeniden seçilebilme potansiyelinin de giderek azaldığı anlaşılıyor.
Benim esas kaygım, normal bir parlamenter demokraside olması gerektiği gibi partilerarası uzlaşmayla değil de, bu ağustos ayında ilk kez halk oyuyla seçilecek ve anayasadaki parlamenter sistemle bağdaşmaz yetkilerini sonuna kadar kullanacak bir cumhurbaşkanının kutuplaşmayı içinden çıkılmaz hale getirmesi. s.alpay@zaman.com.tr
Yorum Yap