Son Dakika
- 06:40 Selim Kuneralp Selim Kuneralp: Hindistan’dan Avrupa’ya yol neden Türkiye’den geçmiyor?
- 06:38 İsmail Fatih Ceylan: Muhafazakârların kültür dünyası ne durumda?
- 12:11 Konca grubu Edremit'te buluştu
- 05:50 Pınar Sönmez: CHP, değişim ve demokrasi
- 05:45 Fuat Keyman: CHP, Türkiye ve değişim
- 05:22 Tolga Şardan: Kaplan'ın tutuklandığı operasyon sonrasında kapalı kapılar ardında yaşananlar
- 05:18 Emine Uçak Erdoğan: Muhalefetin Yas Süreci
- 05:07 Levent Köker: Anayasa’daki “Dilsizlik” sorunu
- 15:02 Milliyetçilik Ekseninde MHP ve İYİ Parti
- 14:57 Fuat Keyman: Muhalefet niye kaybetti, nasıl kazanabilirdi, nasıl kazanabilir?
Nasturi Kaliamının 180’inci Yılında
BEDİRHAN BEY’İN TORUNU AHMET KARDAM’LA SÖYLEŞİ // Sabri Atman – Asurların ana vatanı Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki Mezopotamya’dır. Bu coğrafyadaki tarihleri binlerce yıl öncesine dayanır. Kilise tarihindeki bölünmeler nedeniyle birçok ayrı isimle anıldılar. Nasturiler de bunlardan biridir! M.S. 431’de toplanan Efes Konsili’nde, teolojik görüş ayrılıklarının hâkim olması nedeniyle bir kesim, Nastur’un İsa’nın doğası üzerine olan görüşlerinin reddedilmesi üzerine taraftarlarına yeni bir yol

BEDİRHAN BEY’İN TORUNU AHMET KARDAM’LA SÖYLEŞİ
// Sabri Atman –
Asurların ana vatanı Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki Mezopotamya’dır. Bu coğrafyadaki tarihleri binlerce yıl öncesine dayanır. Kilise tarihindeki bölünmeler nedeniyle birçok ayrı isimle anıldılar. Nasturiler de bunlardan biridir! M.S. 431’de toplanan Efes Konsili’nde, teolojik görüş ayrılıklarının hâkim olması nedeniyle bir kesim, Nastur’un İsa’nın doğası üzerine olan görüşlerinin reddedilmesi üzerine taraftarlarına yeni bir yol çizdiler. Bu düşünceleri kabul edenler Nasturiler olarak adlandırıldılar. Kısaca Nasturilik, aynı etnik kökenden gelen halk arasında Hristiyanlığın çeşitli yorumlarına inananların kendilerine farklı bir yol çizmelerine verilen isimdir. Ayrıca Doğu ve Batı Kilisesi olarak da adlandırılırlar.
19. yüzyıl boyunca, Nasturiler İran-Urmiye ve Osmanlı topraklarının sınır bölgelerinde yaşamışlardır. Bu iki bölgede yaşayan Nasturilerin önemli bir çoğunluğu, Osmanlı topraklarında Van ve Hakkâri arasında aşiretler olarak yaşamlarını sürdürüyorlardı ve aynı zamanda tarım ve hayvancılıkla geçimlerini sağlıyorlardı. Bu bölgedeki nüfuslarıyla ilgili farklı rakamlar vardır. Yetmiş beş bin rakamını telaffuz edenler olduğu gibi yüz elli bin rakamını verenler de vardır.
Sene 2007 olmalı. ”Assyrians, Kurds, and Ottomans” gibi birçok kitabın yazarı olan Hırmıs Aboona ve ben Firodil Enstitüsü tarafından Londra’da bir konferans için çağrılmıştık. Aboona, 1843 ve 1846’daki Nasturi katliamlarına; ben ise 1915 soykırımına odaklanacaktım. Aboona iki konuya vurgu yapmıştı. İlk olarak, Asur ulusal bilincinin yetersizliği ve halkın aşiretler tarafından yönetilmesi önemli bir sorun teşkil ediyordu. Dışarıdan gelen saldırılara karşı birlikte hareket edemiyorlardı. İkinci olarak, on binlerce Asurlunun katledilmesi ve bu katliamlardan hesap sorulmaması 1915 soykırımının alt yapısını hazırlamıştı. Sonuç olarak, Hakkâri bölgesindeki yerli Nasturi halk tamamen temizlenmişti. Demografi tamamen değişmişti. Nasturiler, sadece on binlerce insanlarını kaybetmekle kalmamış, ayrıca mallarını ve topraklarını da kaybetmişlerdi. Hayatta kalanlar, başka diyarlara göç etmek zorunda bırakılmışlardı. Açıkçası, katliamı yapanlar kazançlı çıkmıştı.
Sağ kurtulanlar, 1914 yılı Ekim ayında Talat Paşa’nın Van valisine gönderdiği bir kararnameyle tehcir edilmelerini emretmesi sonucu, İran’ın Urmiye ve diğer bölgelerinde yeni bir hayat arayışına girdiler. Geri dönmek istemelerine karşı, bu defa Musul Valisine, 1915, Ekim ayının 30’nda gönderdiği telgrafta ‘Vatanlarına dönmesinler’ emrini vermişti.
Talat Paşa’nın Türkleştirme politikasını devam ettiren Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Mustafa Kemal Paşa da etnik temizliğe son noktayı koyarak Nasturilerin vatanlarına dönüşlerine izin vermedi. Hakkâri, on binlerce Asur’un yaşadığı bir yerdi, ancak bugün yerlilerinden yoksun. Orada sadece bazı kilise harabelerinin izleri bulunabilir. Sağ kurtulanların çocukları ise Amerika Birleşik Devletleri’nin Arizona eyaletinde, Chicago’da, Avustralya’da ve Kanada’da yaşamlarını sürdürmektedirler.
2013 yılında Rusya’nın Saint Petersburg şehrinde tanıştığım ve dedeleri Hakkâri asılı olan Petros Gwargis, bana yaşamındaki en büyük özleminin dedesinin ayak izlerini sürmek ve ölmeden önce Hakkâri’yi ziyaret etmek olduğunu söylemişti. Bu amaçla iki defa Türkiye’ye gelmiş ancak her geldiğinde Hakkâri’ye gitmenin güvenli olmadığı söylenmişti. Haftalar önce kendisine haber gönderdim. Bedir Han Beg’in torunu Ahmet Kardam’la arkadaş olduğumu ve kendisiyle dedesinin Nasturilere yaptığı katliamlar konusunda söyleşi yaptığımı söyledim. Bunun üzerine Petros Gwargis’in soruları arkası kesilmeyen bir şekilde devam etti. İlk sorusu “dedesi gibi mi düşünüyor?” oldu. Hayır, Ahmet Kardam katliamların soykırım olduğunu ve bunların “asla olmaması” gerektiğini söyledi, Kürtlere çağrı yaptığını ve soykırımla yüzleş ilmesi gerektiğini söylediğimde, çocuklar gibi sevindi. Peki şimdi Hakkâri’ye gidebilir miyim, oraya gitsem Kürtler beni düşman görürler mi, çocuklarımı yanıma alırsam başımıza bir şey gelebilir mi, şeklinde soruların ardı arkası kesilmedi.
Dileğim, Ahmet Kardam’la yaptığım bu söyleşinin en azından Asurlar ve Kürtler arasında yapıcı bir diyaloğun oluşmasına vesile olması ve bu yönde yapılacak bir tartışmaya katkıda bulunmasıdır.
Lütfen kendinizi okuyucularımıza tanıtır mısınız?
1945 yılında İstanbul’da doğdum. İlkokulu Ankara’da bitirdim. Orta ve lise öğrenimimi Tarsus Amerikan Koleji’nde tamamladım. 1964’te Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nin [Middle East Technical University – METU] öğrencisi oldum. 1969’da üniversitenin İdari Bilimler Fakültesi Ekonomi Bölümü’nden mezun oldum ve aynı bölümde ekonomi asistanı olarak çalışmaya başladım. 12 Mart 1971 askeri darbesi sonucunda üniversitedeki görevimden ayrılmak ve Hollanda’da siyasi sığınmacı olmak zorunda kaldım. 1974 sonbaharında genel af ilan edilince Türkiye’ye döndüm. Çeşitli yayın evlerinde çevirmenlik ve redaktörlük yaptım. 1976’da Cumhuriyet Halk Partisi üzerine yaptığım bir çalışmam kitap olarak yayımlandı. 1980’de İstanbul’da yayımlanan Politika gazetesinde genel yayın yönetmeni yardımcısı olarak çalışmaya başladım. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra polis tarafından aranmaya başlayınca siyasi sığınmacı olarak Federal Almanya’ya gitmek zorunda kaldım. Batı Berlin’de yayımlanan Türkiye Postası gazetesinin genel yayın yönetmenliğini ve köşe yazarlığını yaptım. 1989 sonbaharında Türkiye’ye döndüm, havaalanında polis tarafından gözaltına alındım, Nisan 1991’e kadar, bir buçuk yıl tutuklu kaldım. 1993-1998 yıllarında bir kamuoyu araştırma şirketinin Ankara bürosu müdürlüğünü ve bilgi işlem merkezi sorumluluğunu yaptım. Bir arkadaşımla birlikte yazdığımız Türkiye’de Siyasi Kutuplaşmalar ve Seçmen Davranışları başlıklı çalışmamız 1998’de yayımlandı. 1999-2008 yıllarında bir yayınevinde çevirmen ve yazar olarak çalıştım. Ünlü sufi Mevlana hakkında yazdığım kitap 2007’de yayımlandı. 2008’de emekli oldum. Osmanlı arşivlerindeki Bedirhan Bey’e ilişkin belgeler üzerinde yaptığım beş yıllık çalışmam iki cilt halinde yayımlandı (2011 ve 2013). Türkiye Komünist Partisi’nin kurucusu ve ilk başkanı Mustafa Suphi üzerine yaptığım dört yıllık çalışmam 2020’de yayımlandı. Eşimle birlikte, 2014 yılından beri İzmir’in Foça ilçesinde yaşıyoruz. Batı Berlin’de yaşayan bir oğlumuz ve iki torunumuz var.
Toplumsal olaylara duyarlılığınız ne zaman nasıl başladı? Siyasi mücadelenizden bahsetmek ister misiniz?
Toplumsal olaylara duyarlılığım Ankara’da, Orta Doğu Teknik Üniversitesi öğrencisi olmamla başladı. Üniversite’ye giriş tarihim 1964 yılının sonbaharı. 1960’lı yılların ikinci yarısı, Dünya’nın belli başlı ülkelerinde gençlik hareketlerinin yükselişe geçtiği yıllardır. Türkiye’de de öyleydi. Sosyalist ve komünist görüş ve faaliyetlerin uzun yıllar boyu en ağır bir şekilde cezalandırıldığı Türkiye’de, 1960 yılında kabul edilen görece liberal anayasanın yarattığı özgürlük ortamından yararlanan bir grup işçinin Türkiye İşçi Partisi adıyla bir parti kurmasıyla ve kapılarını ilerici, demokrat, sosyalist aydınlara açmasıyla Türkiye siyasi yaşamında yepyeni bir hava esmeye başladı. Bu partinin 1965 genel seçimlerinde parlamentoya sokmaya başardığı 15 milletvekili parlamentoda çok etkili bir muhalefet odağı oluşturmuşlardı. İşçilerin sendikal mücadelesi yükselmeye, sosyalist ve komünist düşünceler yaygınlaşmaya başlamış, üniversitelerde de bu gelişmelere paralel olarak, gittikçe güçlenip yaygınlaşan bir gençlik hareketi ortaya çıkmıştı. Öğrencisi olduğum Orta Doğu Teknik Üniversitesi yükselmekte olan bu gençlik hareketinin önemli bir parçasını barındırıyordu. Türkiye’nin bu genel atmosferi ve öğrencisi olduğum üniversitedeki sosyalist öğrenci örgütlenmesi 1966 yılından itibaren beni de etkiledi. Üniversitenin Sosyalist Fikir Kulübüne üye oldum. Beş bin dolayında öğrencisi olan üniversitenin 1967 yılında yapılan Öğrenci Birliği’nin yönetim kurulu seçimlerini benim de aday olduğum liste kazandı. Böylece, Türkiye’de gençlik hareketinin doruğa çıktığı o yıllarda gençlik hareketinin önemli organlarından birinde sorumluluk üstlenmiş oldum.
Kıbrıs sorunun tekrar alevlendiği 1967 sonbaharında, o sıra ABD Başkanı olan Lyndon Johnson, Türkiye ile Yunanistan arasında arabuluculukla görevlendirdiği Cyrus Vance’ı 22 Kasım 1967’de Türkiye’ye göndermişti. ABD’nin Kıbrıs sorununa müdahalesini protesto etmek üzere ODTÜ Öğrenci Birliği olarak üniversite öğrencilerinden epey kalabalık bir grubu otobüslerle Vance’ın uçağının ineceği havaalanına taşıyarak havaalanını işgal etmiş, ardından kent merkezinde yer alan Amerikan Haberler Merkezi önüne giderek büyük bir protesto gösterisi yapmıştık. Polis göstericilere saldırmış ve bazılarını gözaltına almıştı. Gözaltına alınanlar arasında ben de vardım. Gösteriyi örgütleyenler arasında yer aldığım suçlamasıyla yargılandığım mahkeme beni 9 ay hapse mahkûm etti. Bu karar, ancak dört yıl sonra, 1971 ilk baharında kesinleşti. O sırada ODTÜ’den mezun olmuş, ekonomi bölümünde asistanlık yapmaktaydım. Tam da o tarihlerde, 12 Mart 1971’de bir askeri darbe olmuş, ordu ülke yönetimine el koymuştu. Bu koşullarda üniversite yönetimi derhal benim asistanlık görevime son verdi. Dokuz aylık cezamı çekmek üzere Anadolu’nun küçük bir kasaba cezaevine kondum. Ceza sürem tamamlandığında Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı tahliye edilmeyip Ankara’ya gönderilmemi emretti. Ankara’da askeri cezaevine konuldum. Çıkartıldığım nöbetçi askeri mahkeme tutuksuz yargılanmama karar vererek beni tahliye etme gafletinde bulundu. Bu bana, sahte bir kimlik kartıyla gerçek bir pasaport alarak Hollanda’ya kaçma fırsatını vardı. Beni gıyabımda yargılayan askeri mahkeme kararıyla 10 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldım.
Hollanda’daki sürgün yaşamım sırasında Türkiyeli göçmen işçilerin haklarını savunacak bir örgütün kurucuları arasında yer aldım. Bu işçi birliği, kuruluşundan 50 yıl sonra, Hollanda’nın resmî kurumları nezdinde saygınlığı olan yığınsal bir örgüt olarak çalışmalarını bugün hâlâ sürdürmektedir.
1974 yılında askeri rejimin son bulmasıyla çıkartılan af yasasından yararlanarak Türkiye’ye döndüm. 1920’deki kuruluşundan itibaren yasal çalışmasına asla izin verilmediği için faaliyetlerini illegal olarak yürütmekte olan Türkiye Komünist Partisi’ne üye oldum. Partinin 1977’deki illegal konferansının belgelerini yayımlayarak yasal olarak dağıtılıp satılmasını sağladım. Hakkımda derhal, “komünizm propagandası yapmaktan” dava açıldı. Tutuksuz yargılanıyordum. Yargılanmam sürerken, 12 Eylül 1981 günü, ordu bir darbe yaparak ülke yönetimine el koydu ve tüm muhalefet çevrelerine yönelik polis takibatı başlatıldı. Polis hem benim hem de eşimin peşine düşmüştü. Partinin temin ettiği sahte pasaportlarla Berlin’e kaçıp siyasi iltica başvurusunda bulunduk. Hakkımda sürmekte olan dava devam ediyordu. Gıyabımda 7.5 yıla mahkum edildim.
Eşim, oğlum ve ben Batı Berlin’e yerleştik. Önce, Türkiye Komünist Partisi’nin Türkiyeli göçmen işçiler arasında faaliyet gösteren Batı Berlin örgütünün sekreterliğini üstlendim. Daha sonra tüm Batı Avrupa komitesinin üyesi oldum. 1987 yılında partinin Merkez Komitesi üyeliğine getirildim O yılın sonbaharında Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri ile Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Brüksel’de düzenledikleri ortak basın toplantısında iki partinin Türkiye Birleşik Komünist Partisi adı altında birleşme kararı aldıklarını ve bu partinin 1988 yılında yapılacak kongreyle son şeklini alacağını, amacın komünist parti üzerindeki yasağı delerek bu partiyi yasallaştırmak olduğunu açıkladılar. Kısa bir süre sonra, iki partinin genel sekreteri, Komünist Partisi üzerindeki yasağın kaldırılması ve Türkiye Birleşik Komünist Partisi’ni legal olarak kurmak üzere Kasım 1987’de Türkiye’ye döndüler. İndikleri Ankara havaalanında derhal gözaltına alındılar, ağır bir işkenceli sorgu sürecinin ardından tutuklanıp yargılanmaya başladılar. Hem Türkiye’de hem de Avrupa’da, iki komünist genel sekreterin serbest bırakılmaları ve komünist partisi üzerindeki yasağın kaldırılması için çok yaygın ve güçlü bir dayanışma hareketi yükseldi.

İki genel sekreterin Türkiye’ye dönüşlerinin ikinci yılında, 1989 sonbaharında, verilen yasallık mücadelesini daha da güçlendirmek amacıyla benim de aralarında yer aldığım dört kişilik Merkez Komitesi heyeti Türkiye’ye döndü. Havaalanına iner inmez dördümüz de derhal gözaltına alınarak tutuklandık. Bu ikinci “dönüş hareketi” de hem yurt içinde hem de dışında epey bir yankı uyandırdı. Verilen mücadelede ilk başarı, bizden önce dönmüş olan iki genel sekreterin başlattıkları ölüm orucu sonunda serbest bırakılmaları oldu. Benim için de tahliye kararı verilmiş olmasına rağmen, hakkımda kesinleşmiş 7,5 yıllık ağır hapis cezası nedeniyle serbest bırakılmadım.
Başlattığımız “yasallık mücadelesi”, Türkiye Cumhuriyeti rejiminin 1991 nisanında komünist partisi üzerindeki 70 yıllık yasağı kaldırmak zorunda kalmasıyla amacına ulaşmış oldu. Ben de böylece özgürlüğüme kavuştum.
Yasal kuruluşunu gerçekleştiren Türkiye Birleşik Komünist Partisi topladığı ilk yasal kongrede üyelerini, diğer sosyalist ve komünistlerle birliğini sağlamak amacıyla, yeni kurulmuş olan Sosyalist Birlik Partisi’ne katılmaya davet ederek kendi faaliyetine son verdi. Ben, kongrenin aldığı bu kararı doğru bulup desteklemekle beraber, aktif siyasi yaşamdan çekildim.
Anadolu coğrafyası çok etnik kimlikli bir coğrafya olduğu halde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte her şey homojenleştirilmeye çalışılıyor. Herkes ‘Türk olmaktan’ mutluyum dedirtilmeye zorlanıyor. Sizin etnik kimliğiniz nedir? Türk olmaktan ‘mutlu musunuz?’
Çok etnisiteli, uluslu Anadolu topraklarının homojenleştirip Türkleştirilmesi cumhuriyetin kurulmasından (1923) önce başlamıştır. Osmanlı egemenliğinin son dönemlerinde iktidarı ele geçirmiş olan İttihat ve Terakki Cemiyeti liderliği imparatorluğun dağılmasını önlemenin tek yolunu Türkçülükte görüyordu. Balkan savaşlarının kaybıyla yaşanan büyük toprak kaybı sonucunda İttihat ve Terakki liderliği, Kafkaslardan ve Balkanlardan gelmekte olan Müslüman nüfusla birlikte, Küçük Asya’yı (Anadolu’yu) Türklüğün sığınabileceği en son toprak parçası yapmak, “Türk yurdu” haline getirilmek zorunda olduğunu düşünüyordu. Ama Küçük Asya’nın demografik yapısı problemliydi. Bu topraklarda yaşayan Rum, Ermeni, Kürt ve Asuri gibi toplulukların sayısı milyonları buluyordu; Türkler azınlıktaydı. O nedenle, demografik yapıyı temizleyerek homojenleştirmeye yöneldi. Bu amaçla “Ermeni soykırımı”nın gerçekleştirilmesini sağlayan Tehcir Yasası Birinci Dünya Savaşı sırasında, Mayıs 1915’te çıkarıldı. Böylece başlayan “temizlik hareketi” sadece Ermenileri değil, Rum ve Musevi, Asurlu (Nasturi, Süryani, Keldani) ve Kürt Ezidîleri gibi Müslüman ve Türk olmayan halkları da hedef tahtasına koydu. Onların sürülüp katledilmeleriyle boşalan topraklara göçmen ve sığınmacı Türkler ve diğer Müslüman halklar yerleştirildi. Osmanlı imparatorluğunun o günkü nüfusunun üçte birinin yerleri değiştirildi. Kürt, Arap, Laz, Arnavut, Çingene, Çerkez, Gürcü, gibi unsurlar birbirine karıştırılarak, Küçük Asya’nın “Türk yurdu” haline gelmesinin önünde bir tehdit olmaları engellenmeye çalışıldı.
Mustafa Kemal İttihat ve Terakki’nin, özellikle onun en önde gelen lideri Talat Paşa’nın “Türkçü” programını devam ettirmiştir. Bir farkla ki, Mustafa Kemal İttihat Terakki’nin Asya’ya doğru yayılmacılığını reddederek daha gerçekçi bir yol izlemiştir. Tıpkı İttihat ve Terakki liderleri için olduğu gibi Mustafa Kemal için de, elde kalan son toprak parçası Küçük Asya, yani Anadolu’ydu. “Türk Devleti’nin yurt edinebileceği bir başka coğrafya yoktu.” Nitekim, “milli mücadele hareketi”ni başlatmak üzere 19 Mayıs 1919’da Karadeniz’in sahil kenti Samsun’a ayak basar basmaz ilk icraatı, o bölgede yaşayan Hıristiyan Rum azınlığın (Pontus Rumlarının) temizlenmesine devam etmek olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar uzanan ve kuruluştan sonraki süreçte de dayandığı kadronun ana gövdesini İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin “B-Takımı” oluşturmuştur.
1923 yılında Yunanistan’la imzalanan mübadele anlaşmasıyla Anadolu’daki 1.200.000 Ortodoks Hristiyan’ın hepsi “Rum” sayılarak Yunanistan’a; Yunanistan’daki 500.000 Müslüman da Türk sayılarak Anadolu’ya göç etmek zorunda bırakılmıştır. Mübadelede kullanılan kıstas ırk ya da dil değil din olduğu için, Anadolu’daki Hıristiyan Türkler Yunanistan’a, Yunanistan’daki Müslüman Rumlar ve diğer bazı etnik gruplar da Anadolu’ya göçertilmiştir. Böylece İttihat ve Terakki liderliğinin başlattığı demografik Türkleştirme ve Küçük Asya’yı “Türk yurdu” haline getirme projesini tamamlayan Mustafa Kemal olmuştur.
1924’te kabul edilen Anayasa’nın 88. Maddesi’yle, “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkesin, din ve ırk ayrımı yapılmaksızın Türk olduğu” ilan edilerek, toplumsal ve siyasal bir kimlik olan milliyet kanun yoluyla belirlenen bir kimlik haine getirildi.
Ben bu koşullarda ve ortamda, bir “Türk” olarak yetiştirildim. Ailemin bütün fertleri de fiilen [de facto] “Türk”tü. Aile tarihi üzerine hiç konuşulmazdı. Biz çocuklar da bu durumu hiç sorgulamazdık. Bu konuyu sorgulamayı ancak 50 yaşımdan sonra akıl edebildim. Vardığım sonuç olağanüstü şaşırtıcıydı: Ailemizde hiç “Türk” yoktu! Ama biz hepimiz yine de “Türk”tük. Babamın baba tarafı muhtemelen Arap ve/veya Sudanlı; anne tarafı Kürt ve Rum’du. Anemin baba tarafı Boşnaktı; anne tarafı ise Abhaz [Abkhas]. Niye Ermeni yok diye merak ettim. Meğer o da dolaylı bir biçimde varmış: Babaannem 1915’teki Ermeni katliamı sonucu beş yaşındayken ailesini yitirdiği için yetimhaneye konmuş Erzurumlu bir kız çocuğunu evlatlık edinince o eksiklik te tamamlanmış oldu! (Bu kız çocuğunun Ermeni olduğunu devletin nüfus kayıtlarına girmeyi başararak keşfettim.) Yani ailemde Türk’ten başka “herkes” varmış! Ama biz hepimiz her şeye rağmen yine de “Türk” ve “Müslüman”dık!
“Türk” olduğumu sandığım çocukluğumda ve gençliğimde bile kendimi bu nedenle “mutlu” hissettiğimi hiç hatırlamıyorum; aile içinde böyle bir atmosfer zaten yoktu. Gençlik yıllarımdan itibaren ise, siyasi tercihlerim itibariyle, zaten kategorik olarak milliyetçilik karşıtıydım.
Siz Bedirhan Bey’in torunusunuz. Kürt olduğunuzu, hem de Bedirhan Bey’in torunu olduğunuzu nasıl ve ne zaman öğrendiniz? Bunun sizin iç dünyanızda nasıl bir etkisi oldu, ne hissettiniz? Daha önce Bedirhan Bey hakkında ne biliyordunuz?
Her şey, baba-bir-anne-ayrı ablam Ekin (Kardam) Duru’dan aldığım 24 Aralık 1992 tarihli mektupla ve ekindeki Arap harfleriyle yazılmış bir defter ve bu defterin daktilo edilmiş transkripsiyonuyla başladı. Ablamın mektubunda yazdığına göre, Babaannemiz ölümünden kısa bir süre önce, yani 1974 -1976 arasında bir zaman, ablama bu zarfta gönderdiği el yazması defteri vererek, “Bu defterde aile büyüklerimizin biyografisi var, bunu sen sakla” demiş. Ablam, el yazması Arap harfleriyle yazılmış olduğu için okuyamadığı bu defteri başka evraklarını da içinde sakladığı bir kutuya atmış ve bir daha da dönüp bakmamış, ta ki bu mektubu kaleme aldığı 1992 yılına kadar. Arap harfleriyle yazılmış o defteri koyduğu kutudan çıkartıp transkripsiyonunu yaptırmış (Latin harflerine dönüştürtmüş) ve şimdi hem o defteri hem de Latin harflerine dönüştürülmüş halini bana yılbaşı hediyesi olarak gönderiyordu.
Defterin yazarı, babaannemin babası Ali Galip Paşa’ydı. Ben doğduğumda çoktan ölmüş olan, hakkında adından başka hiçbir şey bilmediğim babaannemin babası (yani babamın dedesi) Ali Galip’in 59 yıl önce (1933’te) yazmış olduğu bu soluk sayfalara dokunmak bile kendi başına yeterince heyecan vericiydi. Ama beni asıl heyecanlandıran, aile tarihine ilişkin hiç bilmediğim bir şeyi öğrenmem oldu: Ali Galip Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk nüvesi olan Osmanlı Beyliği’nin kuruluşunda Türklerle iş birliği yapmış olan Bizans tekfuru Mihal Kosses’in [Michael Kosses] sülalesinden geliyordu; yani Rum’du. Bu yetmezmiş gibi, 1882’de, Kürt Bedirhan Bey’in en büyük ikinci oğlu Necib Bey’in kızı Sariye ile evlenmişti. Yani babaannem baba tarafından Rum [Greek], anne tarafından Kürt’tü!
Türkçe de “Köse Mihal olarak anılan Michael Kosses’in kim olduğunu lise yıllarımdaki tarih derslerinden çok kabaca da olsa biliyordum. Fakat Bedirhan Bey hakkında bir Kürt beyi olması dışında hiçbir bilgim yoktu. Babaannem, babam ve amcam artık hayatta değillerdi; onlara soramazdım. Annem henüz yaşıyordu, ama kayınvalidesinin (babaannemin) ne babası ne de annesi hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Hatta, kocasının Kürt olduğundan bile haberi yoktu; benden öğrendi! Hayatta olan ablam Ekin ile kuzenim Nükhet, Bedirhan adlı bir Kürt beyi ile bir şekilde ilişkimiz olduğunu duymuşlardı ama hepsi bundan ibaretti. Bedirhan Bey kimdi, bizim onunla akrabalık ilişkimiz nasıl bir şeydi – hiçbir fikirleri yoktu.
O zaman fark ettim ki, aile içinde kendimi bildim bileli, babaannemin babası ve annesi hakkında hiçbir şey konuşulmazdı. Babaannem, babasının adının Ali Galip olup Abdülhamid’in paşası olduğundan çok ender söz ederdi, hepsi o kadar. Bedirhanî olan annesi Sariye hanımdan söz ettiğini hiç duymadım. 12 Mart 1971’deki askeri darbeden sonra Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmıştım. Polis tarafından arandığım son günümü İstanbul’da babaannemle birlikte geçirdim. O gece bana Sultan Abdülhamid’in Kürtlerden oluşturduğu Hamidiye Alayları’ndan söz etti. Anlatırken gözleri parlıyordu. Ama benim aklım ertesi gün yapacağım tehlikeli yolculuktaydı; üstelik Hamidiye Alaylarının ne olduğundan tümüyle habersizdim. Hiçbir şey soramadım. Ben oralı olmayınca o da kısa kesti. Sorsaydım, belki babamın gizli tutulan aile tarihçesi hakkında her şeyi anlatacaktı. Ertesi gün vedalaştık, bu onu son görüşüm oldu. Babamın adı da Ali Galip’ti. Demek ki ona dedesinin adını vermişlerdi; ama dedesinin adını bir kez olsun andığını duymadım; aynı şekilde, şimdi artık Kürt ve Bedirhan olduğunu bildiğim anneannesi Sariye Hanım ise sanki hiç var olmamıştı. Bu işte, ne olduğunu açığa çıkartmam gereken bir gariplik vardı! Babaannemin anne tarafından Bedirhanî olduğunu öğrenmiştim. Ama bu nasıl bir akrabalıktı? Dedesi Necib, Bedirhan Bey’in nesi oluyordu? Ben kimdim?
Gelgelelim, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin hemen ardından terk ettiğim Türkiye’ye ancak 1989’da dönebilmiş, bir buçuk yıl hapis yatmış ve Nisan 1991’de Ceza Yasası’nın 141. ve 142. maddelerinin kaldırılmasıyla özgürlüğüme henüz kavuşmuştum; eşimle birlikte hayatımızı sıfırdan başlayarak yeniden kurmaya çalışıyorduk. Aile sırlarını açığa çıkarmakla uğraşma lüksüne sahip değildim.
Yeni bir hayat kurabilme uğraşısı içinde yıllar su gibi akıp gitti. Nihayet 1998 yılında, yeni çalışmaya başladığım yayınevindeki Kürt iş arkadaşıma ablamın altı yıl önce göndermiş olduğu defterden söz ederek, Bedirhanîlerle nasıl bir akrabalık ilişkisi içinde olduğumu merak ettiğimi ama bunun öğrenmenin yolunu bulamadığımı söyledim. İsveç’te yaşayan bir Kürt tarihçisi olan arkadaşının Bedirhanîler üzerine araştırma yaptığını söyleyerek kendisine başvurmamı tavsiye edip telefon numarasını verdi. Bu Kürt tarihçisinin yazmış olduğu Cızira Botanlı Bedirhaniler [Bedirhanis of Cizira Botan] adlı kitabı henüz Türkiye’de yayımlanmamıştı. Hemen telefona sarıldım. İsveç’te yayımlanmış olan bu kitabından söz ederek bir nüshasını [copy] gönderebileceğini söyleyince dünyalar benim oldu.
Çok geçmeden kitap elimdeydi. İkinci bölümünde yer alan “Bedirhanilerin soyağacı”na bakıp babam ile amcama kadar uzanan aile ağacını görünce gözlerime inanamadım: Babaannemin babası Ali Galip Paşa’nın damat olduğu Necib Bey, Cizre-Bohtan Beyi Bedirhan’ın en büyük ikinci oğluydu. Necib Bey’in üç kızından biri Sariye hanımdı. Ali Galip Paşa bu Sariye hanımla evlenmişti. Bu evlilikten üç kızı olmuştu. Bu üç kızdan biri benim babaannem Nazire (Kardam) idi. Yani ben, Bedirhan Bey’in beşinci kuşak torunu oluyordum!
Hem yaşamına ve mücadelesine ait ilk ayrıntılı bilgileri bu Kürt tarihçisinin kitabından öğrendiğim Bedirhan Bey’e ilişkin arşiv belgelerine dayalı bir araştırma yapabilmek, hem de Bedirhanlarla olan ilişkimiz konusundaki aile içi suskunluğun sırrını çözebilmek en büyük arzum haline gelmişti. Ama bunun için kendimi emekli ederek tüm zamanımı bu işe ayırmam gerekiyordu. Bunu gerçekleştirebileceğim maddi imkânlara ancak dokuz yıl sonra, 2007’nin sonunda kavuşabildim.
2008 yılında Osmanlı Arşivi’ne girerek Bedirhan Bey’e (1806-1869) ilişkin, Arap harfleriyle el yazması 800 sayfa kadar arşiv belgesine ulaştım. Bunların Latin harflerine dönüştürülmesi için hem neredeyse bir servet hem de 19. Yüzyıl Osmanlıcasını anlayabilmek için epey zaman harcayıp, beş yıllık bir çalışmayla iki cilt kitap yazdım: Birinci cilt Bedirhan Bey’in Osmanlı’ya karşı 10 yıllık direniş ve isyanı, ikinci cilt 22 yıllık sürgün yaşamı.
Bu çalışma sonucunda ailenin Bedirhan Bey konusundaki suskunluğunun sırrını da çözebildiğimi sanıyorum: Babaannemin dayısı, Bedirhan Bey’in torunu Abdürrezak ailenin Osmanlıya isyan edip bağımsız bir Kürdistan için mücadele etmiş ünlü bir ferdiydi. 1906’da İstanbul Belediye Başkanını öldürttüğü iddiasıyla önce ömür boyu hapse mahkûm olmuş, 1910’da affedilince Rusya’ya iltica ederek Birinci Dünya Savaşı sırasında Çarlık Rusya’nın desteğiyle Osmanlı’dan ayrılıp bağımsız bir Kürdistan kurmak amacıyla Rus ordusuyla birlikte hareket eden silahlı bir Kürt gücü oluşturmuştu. İttihat ve Terakki hükümeti onu yakalamak veya öldürtmek üzere Rusya’ya gizlice özel suikastçılar göndermiş, 1917 Sosyalist Devrimi’nin ardından Rusya’nın savaştan çekilmesi üzerine Osmanlı ordu mensupları tarafından Tiflis’te yakalanarak veya dönmeye ikna edilerek 1918’de Şam’a getirtilmiş ve orada zehirlenerek öldürülmüştü. Osmanlı İmparatorluğu dağılıp yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, 1927’de, Mustafa Kemal’in mecliste okuduğu ünlü Nutkunda Bedirhanîleri rejim için bir tehdit olarak anması üzerine, babaannemin ailesinin (anne ve babasının, kendisinin ve eşinin), sonraki kuşakları koruyabilmek endişesiyle, ailenin Bedirhanî kökenlerini gizleyerek onları birer “Türk” olarak yetiştirme kararı aldığı sonucuna vardım.
Bu şekilde, ailemin baba tarafının, onları Kürt düşmanlığından koruyabilmek amacıyla, yeni kuşakların iliklerine kadar asimile edilip Türkleştirilmesine razı olmak zorunda kalmış olması beni derinden etkiledi ve çok öfkelendirdi. Ama en önemlisi, ben böylece, Türkiye’nin yaşadığı hukuksuzluğun, demokrasi ve temel insan hakları yoksunluğunun tarihsel kökenleri konusunda iliklerime kadar işleyen derin bir aydınlanma yaşadım.
Büyük dedeniz Bedirhan Bey üzerine bize ne anlatmak istersiniz?
Editör: N. Cingirt
Röportajlar
Çok Okunanlar
Konca grubu Edremit'te buluştu
- 19.09.2023
Milliyetçilik Ekseninde MHP ve İYİ Parti
- 12.09.2023
Yorum Yap