- 21.03.2011 00:00
Diyarbakır sokaklarında yürürken, insan Türkiye’de olduğunu zaman zaman hatırlıyor.
Geniş bir caddenin bir yanından diğerine uzanan flamada “Bu vatanı çocuklarımız ve torunlarımız için cennet haline getireceğiz. M.K. Atatürk“ yazıyor.
Emniyet Müdürlüğü binasının üçüncü veya dördüncü katından aşağı, kaldırıma kadar, dev bir Türk bayrağı asılı.
Niye? Bayram değil, seyran değil. Ama asılı işte. “Haa,“ diyor insan, “Misak-ı millî sınırları içindeyiz.“
Ama sokaklarda Türkçe konuşulmuyor. Hemen hemen hiç kimse konuşmuyor. Bilinmeyen bir dil konuşuyorlar. Benzemiyor bile Türkçe’ye.
Her yerde reklam panolarında büyük afişler var: “An Azadî An Azadî”.
Bir çadırın üzerinde iki dilli bir afiş: “Em bı zimanê xwe ye zıkmakî perwerdehî ye daxwazın - Anadilimizde eğitim istiyoruz”.
“Tamam,” diyorum, “ikinci kısmını anladım. Ama niye Türkçesi üç kelime de, bilinmeyen bir dildeki dokuz kelime?”
Dükkân isimleri Türkçe. “Baharatçı”, “kuru yemişçi”, “ciğerci”... Ama dükkâncılar Türk değil. İsimleri bir garip. “W” var, “Q” var, “X” var isimlerinde. Ama İngiliz olmadıkları da belli.
Kıyafetlerinden belli zaten. İstanbul’dan ve Kırşehir’den farksız olanlar da var, ama çok farklı olanlar da az değil.
Ve şehirde bir bayram havası var. Oysa Trabzon’da veya Pozantı’da bayram değil.
Bu bayram havası İstanbul-Diyarbakır uçağında başladı zaten. Alman olmadığı besbelli olan çok kişi Almanca konuşuyordu. Almanya’da tatil mi diye düşündüm, değil. Uçaktan indik, Alamancıların çoğunu akrabaları karşıladı. Bazıları da elinde “Turâ Newroz” diye bir pankart tutan bir adama doğru gitti: “Newroz Turları”.
“Pîroz be“
Bir kahve içmek için Sülüklü Han’a gittim. Baktım, bir köşede Taraf gazetesinin avukatlarından Veysel Ok oturuyor. KCK davasının avukatlarından biriyle sohbet ediyor. “Sayın Öcalan” diye yazdığım için açılan “suçu ve suçluyu övmek” davasından beraat etmemi sağlamıştı Veysel. Önümüzdeki ay da Org. Şener Eruygur’un açtığı hakaret davasından beraat etmemi sağlayacak. Diyarbakırlıymış. “Newroz için geldim“ dedi. “Proz be“ dedim, bilmediğim bir dilde.
Çıktım, restorasyon çalışmaları için dört bir tarafı tahta perdelerle kapatılmış olan Ulu Cami’nin önünden geçerken, kaldırımda Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş’a rastladım. Halkı Newroz kutlamalarına davet eden bir el ilanı dağıtıyordu arkadaşlarıyla beraber. Çanakkale’de birkaç ay önce İnsan Hakları Derneği’nin “Birarada yaşamın dilini yaratmak” konulu bir toplantısında konuşmacıydık, oradan tanışıyoruz. Sarıldık, “Bir yaramazlık yok, değil mi?” dedim, “Tutuklamazlarsa yok” dedi. KCK davasından içerde olmamasının tek nedeni, gerçek ve ciddi sağlık sorunları.
Sohbet ederken Demokratik Özerklik Çadırı’nın sözü geçti. Kalktım gittim. Şarkılar, türküler, çadırın dışında gençler “Vur vur gerilla” türküsüyle halay çekiyor. İçerisi ana baba günü. Diyarbakır Milletvekili Akın Birdal uğradı, kısa bir konuşma yaptı. Rengarenk pankartlarda “Kürt sorunu siyasî soykırımlarla değil, demokratik özerklikle çözülür”, “Dilimizi yaşayalım ve yaşatalım”, “Koruculuğun kaldırılmasını istiyoruz”, “Anadilimizde eğitim istiyoruz” yazıyor.
Gün boyu çeşitli sohbetlerde BDP’yi de, PKK’yi de eleştirenler olmuştu. Kürt kamuoyu homojen değil elbet. “Kürt halkını sadece PKK’nin temsil ettiğini düşünmek yanlıştır” demişti bir delikanlı. Öyledir kuşkusuz. Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir parti bir halkın bütününü, tüm çeşitliliğini, tüm fikir ve görüşlerini temsil edemez. Ama bu çadıra girenlerin kuşkusu da kalamaz: Dedeleri ve nineleriyle, koca çadırın bir yanından diğerine koşuşturan çocuklarıyla, beyaz başörtülü, renkli elbiseli anneleriyle, asık yüzlü delikanlıları ve her fırsatta halaya duran, zılgıt çeken genç kadınlarıyla gerçek bir halk hareketi var burada. Bir şarkı bitiyor, her yanı “Bijî Serok Apo!“ sesleri kaplıyor; bacak kadar çocuklar oyuna ara verip adeta bir refleks gibi kollarını kaldırıp iki parmağını ayırıp zafer işareti yapıyor. Müthiş bir özgüven, müthiş bir coşku.
Ben u Sen
Çadırdan dönüşte soluğu Ben u Sen meyhanesinde aldım. Evet, Türkiye’deyim! Meyhane tıka basa dolu, televizyon ekranlarında Fenerbahçe-Galatasaray maçı var, her gol fırsatında yer yerinden oynuyor. “Burada genellikle Galatasaray’ı tutarlar,” diyor biri, “sarı, kırmızı, bir de çimenlerin yeşili. Bayrak rengi oluyor.”
Bir köşede, baktım, Mıgırdıç Margosyan rakısını yudumluyor. Ben zaten yükümü almıştım, ama selam verince bir duble de onunla içtim. Doğup büyüdüğü şehre 30 yıl gelmedikten sonra, artık sık sık geliyormuş. “Gâvur Mahallesi var ya,” diyor, “benim çocukluğumda Yahudi mahallesi de vardı, şimdi adı Kore Mahallesi. Abdullah Bey’e rica etsek de, oranın da adı değişse.”
Diyarbakır gerçek bir başkent
Anadolu’nun çoğu şehri aslında şehir değildir. Boyu ve nüfusu azmanlaşmış köydür çoğu. Kentselleşememiştir.
Diyarbakır öyle değil. Yüzyıllardır bir dizi medeniyete başkentlik etmiş olduğu belli. Tüm yoksulluğuna rağmen, savaş ve yakılan köyler nedeniyle patlamış olan nüfusuna ve altyapının bu nüfusu kaldıramamasına rağmen, yeni kesimlerinin çirkinliğine rağmen, burası bir kent.
Ve gururlu bir kent. Kent olmanın gururunu bilinçli bir şekilde yaşayan bir kent.
Her an birden fazla yerinde birden fazla kültürel etkinlik ve hepsinde kalabalıklar var.
Kimse böyle ifade etmez belki, ama “Burası bir kültürün başkenti ve biz bu kültürü yaşatacağız“ diye düşünüyor herkes sanki. İnatla ve azimle. Kültür, direnişin sivil ayağı adeta.
Batman’da Newroz
Sabah saat 6’da Mardin Kapısı’ndan şehir merkezine doğru yürüdüm. O saatte küme küme gençler belediye otobüsleri garajına doğru gidiyor. Hepsinin üzerinde muhakkak sarı, yeşil, kırmızı bir şeyler var, ya bir poşu ya bir başlık ya başka bir şey.
Garajda otobüsler dolup dolup kalkıyor. Üzerlerinde nereye gittiklerini belirten elektronik tablolarda “Newroz pîroz be” yazıyor. Hepsinin içinden davul zurna sesi yükseliyor! Dolup gitmeyi bekleyen birinin içinde, vallahi de billahi de, halay çekiliyor! Bildiğimiz kırmızı belediye otobüsü, dalgalı sularda bir kayık gibi sallanıyor!
Ben Batman’a doğru yola düştüm. Dün sordum, 1,5 milyon kişi bekleniyor Diyarbakır Newroz alanında. Batman’daysa 250-300 bin kişi olur dediler. Daha küçük yerde daha kolay gözlemlerim her şeyi diye düşündüm. Batman’ı da görmüş olurum bu vesileyle. Çok değil, 45 dakikalık yol.
Diyarbakır’dan çıkarken de, Batman’a yaklaşırken de, yol kenarında öbek öbek çocuklar otomobil lastiklerini ateşe verip Newroz ateşini yakıyor, kapkara kauçuk dumanları göğe doğru yükseliyor.
Batman’ın hemen girişinde, otogarın önündeki kocaman boş alan ve onun ötesindeki mısır tarlası bir insan denizine dönüşmüş. Sahne ve alan, malum renklerde bayraklar ve balonlarla bezenmiş.
Yanına bile yaklaşamadım sahnenin. Ama dev ekranda yanlış görmediysem, Batman Milletvekili Ayla Akat Ata konuşuyordu. Kürt halkının da, “Newroz’a Nevruz diyenlerin de“ bayramını kutladı.
Kalabalığın daha az yoğun olduğu, sahneye uzak yerler tam bir piknik alanı. Yerlere örtüler serilmiş, yemekler yeniyor, çocuklar oyun oynuyor.
Kutlamalar sabah 10’dan öğleden sonra 5’e kadar sürecekti. Ama saat 1’de, beklenmedik bir şekilde, hep birlikte şehrin merkezindeki demokrasi çadırına yürüyüş yapılacağı ilan edildi. Bir yandan, yürüyüşe izin verilmeyeceği, olay çıkacağı düşüncesi tedirginlik yarattı, ama bir yandan da o dev kalabalık ağır ağır şehrin yolunu tutmaya başladı.
Olay çıkmadı. Ama her an çıkabilirdi. Yol boyunca çok yoksul, çok derme çatma mahallelerden merkeze doğru “Apo’nun fedaileriyiz“, “Biz Apocularız“, “Bijî PKK!“ sloganlarıyla yürürken, özellikle gençler ve çocuklar birer barut fıçısı gibiydi. Küçücük bir çocuk bir köşebaşında dizilmiş bekleyen kalkanlı polislere doğru bir taş attı. Yanındaki adam kafasına bir şaplak atarak kalabalığın içine çekti çocuğu, azarladı. Aynı sahne, başka çocuklar ve başka adamlarla defalarca tekrarlandı.
Demokrasi çadırının 100 metre ötesinde kalabalık ikiye yarılıyor, yolun ortasında duran zırhlı bir polis aracının iki yanından geçiyor. Ne işi var bunun burada? Amacı, gençleri provoke etmek adeta. Ve ediyor. Taş atıyor çocuklar. Taşların hiçbir etkisi yok, aracın metal kenarlarına “tık” diye çarpıp düşüyorlar. Araçtan bir tepki gelirse bir anda burası savaş meydanına döner ve aracın içindekiler sağ kurtulamaz diye düşünüyorum. Tepki gelmiyor. Ve zaten birkaç kişi hemen aracın etrafında durup çocukları uzaklaştırıyor.
“Türkiye Türklerindir”
Kaldırımda bir reklam panosunda AK Parti milletvekili aday adayının afişi var. Bir boğaya kırmızı bez sallamak gibi. Çocuklar panonun camını tuzla buz edip afişi alıp yırtıyor. “On gün sonra tutuklanacaklar“ diyor yanı başımda biri. Panzerin işi sadece sindirme değilmiş, yanından geçen herkesi, taş atanları da, atmayanları da filme çekiyorlarmış.
Karşı kaldırımda kahveler dolu. Kalabalığa da, panzerlere de alışık herkes. Oturduk, qehwe ve çaylar söylendi. Üzerinde “Fîşê Adîsyonê” yazan faturamıza içtiklerimiz yazıldı. Kahvelerimizi yudumlarken bitmek bilmeyen kalabalığın önümüzden akıp geçişini izledik.
Haber aldık, Diyarbakır’da gerçekten de 1,5 milyon kutlamış Newroz’u. Ve her yerde program erken bitirilip şehre yürüyüş yapılmış. “Serhıldan” sözünü çok duydum bugün.
Otelime dönerken, buralara hiç gelmemiş olanlar için üzüntü duydum. Garip bir hayal dünyasında yaşayıp “Türkiye Türklerindir” zannedenler için de üzülecektim, ama üzülemiyorum. Kendileri bilir.
Yorum Yap