- 23.01.2016 00:00
Dünya genelinde savaş, çatışma, zulüm ve iklim değişikliği kaynaklı yerinden edilmelerle ona bağlı göçler konusunda yeni, zorlu ve tehlikeli bir çağdayız. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği verilerine göre, dünya genelinde, her 122 kişiden birisi şu anda ya mülteci ya ülkesi içinde yerinden edilmiş ya da iltica etmiş durumda.
Dünyanın çeşitli bölgelerinde ağırlıklı olarak çatışma kaynaklı yerinden edilmeler söz konusu. Ancak, Suriye’deki savaşın trajik ve ağır sonucu olarak 8 milyona yakın insan kendi ülkeleri içinde yerinden edildi, bunun yarısı da çevre ülkelere sığınmak zorunda kaldı. İlginçtir, bu da başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu’yu tek başına dünyada en fazla kişinin hem yerinden edildiği hem de yerinden edilmiş en fazla kişiye ev sahipliğinin yapıldığı bölge haline getirdi.
Türkiye, bu anlamda çok ciddi bir sığınma ülkesi. Şu anda halihazırda 19,5 milyon insan mülteci konumunda, bunun kayıtlı nüfus olarak 2,5 milyonu, ki kayıtdışı olanlarla birlikte tahminler 3 milyon civarında, Türkiye’de yaşıyor. Dolayısıyla başta ifade ettiğim çağımızın bu yeni, zorlu ve tehlikeli durumuyla ilgili mücadelenin yükü, maalesef dünya genelinde adaletli şekilde dağıtılmıyor.
Ancak, bu mevcut durumu göz ardı etmemiz anlamına gelmiyor. Mülteci Hakları Merkezi’nin organizasyonu ile hafta sonu gerçekleştirilen arama konferansında Türkiye’ye Suriye’den göç eden mültecilerle ilgili mevcut durum, İzmir, Antep, Urfa, Adana, Ankara ve İstanbul’dan gazetecilerle birlikte ele alındı. Hem bugün gelinen nokta nedir, hem de mülteci gerçeği topluma nasıl daha etkili şekilde anlatılabilir üzerine konuşuldu.
Öncelikli gündem maddelerinden biri olması gereken mülteci meselesinde Türkiye bu süreci iyi yönetebildi mi? Kamuoyunun mültecilere yönelik algısıyla ilgili neler yaşandı? Türkiye, mülteci konusunu iç siyasetin ve hatta kimi zaman dış siyasetin malzemesi haline getirmekten öte yasal ve hukuksal altyapıyı nasıl hazırlandı?
Türkiye’ye sığınan insanların pek çoğu ya çatışma ortamının sona ermesiyle ülkelerine, geride bıraktıkları evlerine geri dönmeyi düşünüyordu ya da daha iyi ve rahat bir yaşam sürdüreceklerini düşündükleri Avrupa ülkelerine gitmek istiyordu. Ancak, savaşın tüm yok ediciliğiyle devam etmesi, Suriye’ye geri dönüşü imkansız kıldı. Geçtiğimiz yaz aylarında Türkiye’den Avrupa’ya transit göç hareketleri neticesinde Türkiye’nin batı kıyılarında defalarca hazin görüntülere tanıklık ettik. Şimdi, artık Türkiye’ye sığınan bu insanların uzun vadeli olarak Türkiye’de kalacağını kabul etmemiz, toplumsal ve ekonomik hazırlıkları buna göre yapmamız, hukuki süreçleri yine bu varsayımla hayata geçirmemiz gerekiyor.
Gerek mültecilerin yoğun yaşadığı illerden gelen gazetecilerin aktardıklarından gerekse Mülteci Hakları Merkezi yetkililerinin paylaşımlarından anlıyoruz ki, Türkiye bu konuyu ihtiyaç duydukça revize edilen, esnek bir politika izleyerek yönetmeyi tercih etmiş durumda. Uzun süre uluslararası mülteci literatürüne tamamen aykırı şekilde bu insanlara siyasiler tarafından “misafir” dendiğini hatırlatmakta fayda var. Neyse ki, devleti yönetenler bu kavramın içinin boş olduğunu gördü de kullanmaktan vazgeçti.
Artık hukuksal statü ve hakların net şekilde ortaya konması gerekiyor. Zira, hukuki statü meselesi Suriyeli mülteciler açısından en çetrefil durum.
Türkiye’nin 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Sözleşmesi’ni imzalarken, “coğrafi sınırlama” çekincesi koyarak taraf olmuştu. Bu sınırlama nedeniyle Türkiye, sadece Avrupa'dan gelenlere “mülteci” statüsü veriyordu.
Mülteci meselesi günümüz dünyasında Avrupa ile sınırlı bir mesele değil. Bu alanda Türkiye’nin doğru dürüst bir yasası bile yoktu. AB’nin de etkisiyle bir yasa çıktı. Türkiye, Nisan 2013’te Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nu yürürlüğe soktu, ardından Göç İdaresi Genel Müdürlüğü kuruldu.
Mülteci Hakları Merkezi Direktörü Oktay Durukan, Türkiye’nin bireysel değil kitlesel bir sığınma talebiyle sınır kapılarını açtığını, dolayısıyla kitlesel bir akım durumunun olduğunun Türkiye tarafından kabul edildiğini söylüyor. Ancak,“geçici koruma” statüsü, mültecilerin sahip olduğu hakları içermiyor. Bu haliyle Türkiye bu insanların burada kalmasına izin veriyor ama uzun vadeli yerleşmelerine imkan tanımıyor. Dolayısıyla, daha gidilmesi gereken çok yol, alınması gereken çok siyasal ve hukuksal karar var. Türkiye’nin zaten 50 yıl geciktiği bir alanla ilgili daha hızlı inisiyatif alması, kurumların idrak sürecini hızlandırması gerekiyor.
Meselenin bu boyutları çözülebilir; işin en kritik boyutu entegrasyon. Bu insanlara eğitim, sağlık, barınma, beslenme gibi en temel ihtiyaçlarını verdikten sonra çalışma, iş kurma ve insanca yaşamalarını sağlamak gerek. Türkiye, Avrupa’nın kendisine biçtiği “sınır bekçiliği” rolünden bir an önce sıyrılıp, süreci insani açıdan değerlendirmeli.
PELİN CENGİZ / HABERDAR
Yorum Yap