- 29.11.2012 00:00
PROF. DR. ESER KARAKAŞ Bahçeşehir Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde öğretim üyesi olan Karakaş, 1993-1999 yılları arasında İstanbul Üniversitesi’nde bölüm başkan yardımcılığı ve anabilim dalı başkanlığı yaptı. 1999-2003 yılları arasında ise Bahçeşehir Üniversitesi İşletme Fakültesi Dekanlığı görevini üstlenen Karakaş, Fransa’da L’Université Robert Schuman’da da dersler verdi. Karakaş, halen Star gazetesinde köşe yazıları kaleme alıyor.
Türkiye ekonomisinin yapısal sorunlarının ve önemli zaaflarının başında büyüme ve cari açık ikilemi geliyor. Pek çok uluslararası kuruluşun da dikkat çektiği kilit nokta bu ikilinin iyi yönetilmesiyle ilgili. Ekonominin bu temel meselesini, bu hafta Prof. Dr. Eser Karakaş ile ele aldık. Büyümeyi her zaman iktisadi analizin temeline koyduğunu dile getiren Karakaş’a göre, Türkiye gelecek 20-25 yılda cari açık vermeden yüksek büyüyemeyecek. Karakaş, Türkiye’nin ana denklemini de, yüksek büyüme, yüksek cari açık ve yüksek cari açığın nitelikli finansmanı olarak açıklıyor. Tabii, bunun yanında doğrudan yabancı sermaye girişi cari açığın finansmanı için hayati önemde. Türkiye’nin büyümesinin ve daha fazla dış kaynak çekebilmesinin “hukuk devleti” olmaktan geçtiğine dikkat çeken Karakaş, bunu en önemli “iktisadi girdi” olarak tanımlıyor. Doğru ve dünyada kabul görmüş hukukî pratikle Türkiye’nin ciddi miktarda yabancı sermaye çekebileceğini söyleyen Karakaş, Türkiye’nin kaynak çekemediği ölçüde küçüleceğini ve ancak finanse edebileceği cari açık kadar büyüyeceğini ifade ediyor...
Türkiye’de Kemal Derviş dönemiyle birlikte ekonomide normalleşme sürecine girildi, bu başarıyla devam ettirildi. Ancak, siyasal iktidarların yapabilecekken yeterli yol alamadığı alanlar oldu, başarılı olduğu alanları insani kalkınmaya yansıtamadı. Bunun ana sebepleri sizce nelerdir?
Türkiye gelir dağılımını düzeltmek, kentleşmek, kişi başına geliri yükseltmek, insanlara iş yaratmak gibi yüksek büyümeye mahkûm bir ekonomi. Fransa, Almanya gibi ekonomilerin yüzde 6-7 büyümesi şart değil ama Türkiye’nin en az yüzde 5’in üzerinde büyümesi şart. Takıntılı bir iktisatçı olarak büyümeyi her zaman iktisadi analizin merkezine koyarım. Bir iktisat politikası başarılı mı başarısız mı derken önce büyümeye bakarım. Büyüme gerekli koşuldur, büyüme yoksa fazla konuşacak bir şey yoktur. Siyasi iktidarlar ülkeyi büyümeye götürürken, yüksek büyüme yüksek cari açık üretiyor. Yüzde 5-6 büyüme, 60-70 milyar dolar cari açık demek. Büyümeyi çok düşürdüğünüzde de cari açık sıfırlanıyor. Cari açıkla enerji ithalatı adeta at başı gidiyor. Sanayinin kullandığı girdi de ithalata endeksli. Türkiye’de büyüme dış kaynak sorunu yaratıyor. Cari açık demek, Türkiye’de üretilen tasarrufun tüketim ve yatırımı karşılamaması demek. Cari açığı çözemeyince, krize dönüşüyor. Bu temel yapıda hâlâ bir değişiklik yok. Hatta daha da vurgulu hale geldi. 2009’da küresel krize endeksli büyük küçülme dışında AKP döneminin sağladığı yüksek büyümenin 10 yıllık kalıcılık yakalamış olması, yüksek büyümenin üretmeye devam ettiği cari açığın daha sağlıklı finansmanı nedeniyle sürdürülebilir hale geldi. Yabancı sermayeyi teşvik kanunu 1954’te çıktı. 1954-2004 arası Türkiye 18 milyar dolar yabancı sermaye çekerken, 2006’da 22.5 milyar dolar çekti. Bunlar büyümeyi sürdürülebilir kılıyor, bu iyi bir şey. Cari açığa bazı iktisatçıların kafayı takmış olmasını anlamam mümkün değil. Türkiye’de petrol, doğalgaz yok, 45-50 milyar dolarlık enerji ithal ediyoruz. Sanayinin yapısını da bugünden yarına hemen değiştirmek mümkün değil. İthal ikameci modele de herhalde kimse dönmeyi düşünmüyordur. Dolayısıyla bu yapısal bir sorun.
Bu sarmalın içinden de Türkiye kolay kolay çıkamayacak yani...
Buna sarmal olarak bakmıyorum. Türkiye’nin ana denklemi, yüksek büyüme, yüksek cari açık ve yüksek cari açığın nitelikli finansmanı. Buna sarmal diyebilirsiniz ama sarmal olumsuz bir şey çağrıştırıyor. Durum bana bu kadar olumsuz gelmiyor, bu sağlandığı ölçüde fakirlik, işsizlik, bölgeler arası eşitsizlik gibi sorunlar da uzun vadede çözülebilir. Büyüme olmazsa hiçbir şeyi çözemezsiniz, bu Allah’ın emri. Büyüme de cari açık üretecek o da Allah’ın emri. Cari açığı bir şekilde finanse edeceksiniz. Bunu gelecek 25 yıl için söylüyorum: Hem ekonomiyi sürdürülebilir şekilde her yıl yüzde 7 büyüteceğim, hem cari açık vermeyeceğim. Böyle bir şey söz konusu değil. Buna sarmal demememin temel sebeplerinden biri de, büyümeye mahkûm siyasal iktidarları demokratikleşmeye zorlaması. Dış kaynak girişi Türkiye’nin demokratikleşmesine bağlı. İktidarlar bir şekilde hukuk devletine sırtını döndükçe, dışarıdan kaynak girişinde sıkıntı olacak, bu sıkıntı olduğu sürece büyüme aşağı inecek. Türkiye, gelecek 20 yılda cari açık vermeden yüksek büyüyemeyecek. Bunu terlemeye benzetiyorum. Terlemek kendi başına iyi bir şey değil, ama spor yaparken terlemek sağlıklıdır. Durup dururken terliyorsan o hastalık işaretidir. Hızlı büyüyeceksin ve terleyeceksin. Duş da dış kaynak, sonra duşunu alacaksın. Cari açığı nitelikli şekilde finanse edeceksin.
Türkiye 2006, 2007 ve 2008’de 20 milyar dolar seviyesinde yabancı sermaye çekti ama son rakamlar çok iyimser değil. Demek ki yabancı sermayeyi çekmede hâlâ sorunlar var...
Türkiye’nin yılda 50 milyar dolar doğrudan yabancı sermaye çekmesine son derece sıradan bir şey olarak bakıyorum. Körfez ülkelerinin elinde yatırmak için yer aradığı iddia edilen 2 trilyon dolar para var. Bunun 40’ta birini Türkiye çekebilir ama bunu çekmek için koşullar nedir? İktisatçı gözüyle baktığımda, giriş ve çıkış koşullarının eşit olacağına ikna edeceksiniz. Hangi koşullarla geliyorsa o koşullarla çıkma garantisi vereceksiniz ki, zaten bu hukuk devleti olmak demek. Başlarken koşulların ileride kötüleşmeyeceği garantisiyle gelirsiniz. Rating kuruluşlarının not artışı da çok önemli. Hile yapmazlar, Türkiye’nin hak etmediği bir not verirlerse, bundan kendileri zarar görür. Bu, bir kerelik bir oyun değil. Şöyle bir söylenti vardı: Türkiye’nin notunu arttırmıyorlar çünkü Yunanistan, İspanya gibi ülkelere para gitmesi lazım, öyle olursa para Türkiye’ye gider. Hiçbir rating kuruluşunun böyle bir yanlış yapacağını sanmıyorum.
AB’den gelen sinyaller ne olursa olsun, daima AB perspektifini diri tutmak lazım. AB perspektifiyle Fitch’in not arttırmasını aşağı yukarı eşdeğerli görüyorum. Bunun yanında içeride yapmamız gerekenler var. Yeni bir anayasa, yeni bir hukuksal çerçeve... Adının Suriye meselesinde olduğu gibi savaşla birlikte anılmayacağı bir çerçeve. Adı savaşla birlikte anılan bir ülkeye kimse yatırım yapmaz. Dünyada çok büyük fonlar oluşuyor. Batı’da oluşan çok büyük emeklilik fonları var. Türkiye’nin bunlardan doğru hukuk politikalarıyla yılda 50 milyar dolar yatırım çekmesi işten bile değil.
Çekemedik ama bugüne kadar?
Adı savaşla birlikte anılırsa çekemeyiz. Unutmayalım, Türkiye hâlâ darbe anayasasıyla yönetiliyor. Türkiye’de işler iktisadi olarak kötü gitmediği için yabancı sermaye çok gündeme gelmiyor. Ama dışarıdan objektif gözle baktığınızda darbe anayasası ile yönetilen, adı savaşla birlikte geçen, Kürt sorununu çözemeyen, anayasasını yapamayan bir devlet var. Görüntü olarak hoş değil, her şeyden önce kaynak girişini engelliyor. İktisat sohbeti yaptığımız için böyle söylüyorum, işin demokratik değerler meselesi ayrı bir konu. Böyle bir yere yatırım yapan insan iki kere düşünür. Bunların yanında avantajlar da var. Genç nüfusa, tüketime aç bir topluma sahip olması nedeniyle iç talep sorunu yok, iç piyasaya endeksli kalmak istemeyen Anadolu sermayesi de dış pazarlara hücum ediyor. Bunu olumlu anlamda söylüyorum, o kadar agresifler ki, dünya piyasalarında kriz varken ihracat azalmadı. Türkiye’nin özünde akut bir talep sorunu yok. Kamu maliyesinde görünürde çok büyük bir başarı var. Altta kamu maliyesi de şizofrenik bir yapıda.
Kamu maliyesinde şizofrenik yapıyı hangi anlamda kullanıyorsunuz?
Gelir gider dengesi sağlanmış ama dolaylı vergilerle sağlanıyor. Dolaylı vergilerin artışını sağlıksız görmüyorum, hatta mevcut yapıda adaletli görüyorum. Dolaysız vergilerin penetrasyon sorunu var. Türkiye’de dolaysız vergi ödeyenlerin sayısı o kadar düşük ki. Dolaysız vergi payını yükseltmeye kalktığınızda, büyük adaletsizlik yaratırsınız. Türkiye’de yüzde 40’a varan bir kayıtdışılık var ve bunu vergilendiremiyorsunuz. Küçük esnaf ve tarım sektörü zaten kanunlarla dolaysız vergi kapsamı dışında. Türkiye’de beyannameli vergi mükellefi sayısı 1 milyon, onlar da en üretken kesim. Böyle bir yapıda dolaysız vergileri arttıralım diye bir öneri getirmenin adaletle bağdaşır bir tarafı yok. 55 milyon seçmenin olduğu bir yerde, 1 milyon kişi beyannameyle vergi veriyor. Hiçbir siyasal iktidar dolaysız vergi tabanını genişletebilmeyi başaramadı. Türkiye’nin en büyük sorunu budur. Bu, bugüne kadar vergi vermeyen insanlardan vergi isteyeceksiniz demek. 2009’da Ali Babacan en büyük hedefimiz bu dedi ama istatistiklere bakıyorum kayıtdışında gerileme yok. Beyan mecburiyeti getiremiyorsunuz. Herkesi beyannameli mükellef haline getirin ama vergi almayın. Ne kadar gelir gideri olduğunu bildirsin, kayıt içinde kalsın ve gelirini deklare etsin. Devlet öyle bir düzenleme yapsın ki, belli bir matrahın altında kalanlardan vergi almasın. 50 milyon civarı beyannameli insan olması lazım. İşgücüne katılım hâlâ yüzde 50’nin altında. Şizofrenik yapı dediğim bu. Dengeler tutturulmuş ama aşağıda müthiş bir garabet yatıyor.
Türkiye’nin iş dünyasındaki yapısal sorunlar da işin diğer boyutu. Bu alana yönelik değerlendirmeleriniz neler?
İktisat denen şey gelecekte iki şey üzerinden gidecek. Makro alanda devlet kamu maliyesinin dengelerini gözetmekle kendisini sınırlayacak. Gelecek 20-25 yılda mutlaka buraya gelinecek. Devletin ekonomiye müdahalesi kamu maliyesiyle sınırlı kalacak. Mikro alanda da verimlilik meselesi var. Dünya verimsizlik meselesini hep makro önlemlerle aşmaya çalıştı. Bu da devalüasyonlarla, sübvansiyonlarla oldu. Yeni yeni Keynes’in kullandığı fiscal devaluation gündeme geldi. Bunlar bitiyor verimlilik mikro temelli bir kavram haline geliyor. Artık, devalüasyon yaparak bir firmanın ihracatını arttıramayacaksınız. Firma verimliliğini mühendislikle arttıracak. Türkiye, kamu maliyesi dengelerinde başarılı, borç stokunun milli gelire oranı yüzde 35’e doğru düşüyor. Ancak, firma bazında rekabetçilikte çok büyük sorunlar var. Türkiye’nin çok kötü bir eğitim sistemi var. Hiç eğitim verilmese sadece okuma yazma ve dört işlem öğretilse daha iyi.
Büyümeye epey vurgu yaptınız. Büyüme için olmazsa olmazlar saymak gerekse, üst sıralara neleri alırdınız?
Türkiye’nin büyümesi için hukuk devleti gerekiyor. En önemli iktisadi girdi, “hukuk devleti” olacak. Eskiden büyüme hukuk devletini üretiyor denirdi, hayır, şimdi hukuk devleti, büyümeyi üretecek. Dünyada sermaye hareketleri o kadar yaygınlaştı ki. Eskiden büyümenin ana motoru ulusal tasarruf oranlarıydı, artık küresel bir tasarruf havuzu var. Kim bu havuzdan daha hızlı kaynak çekerse, o daha hızlı büyüyecek. Küresel havuzdan size aktarılan kaynak birisinin ürettiği tasarrufu bize emanet etmesi demek. Bunu emanet etmesi için de, bizim emanet edilebilir hukuk sistemine sahip olmamız lazım. Mülkiyet haklarına mutlak saygı.
1994’te Tansu Çiller, geçmiş dönemin bilanço kârları üzerine vergi saldı. Berbat Anayasa Mahkemesi de, o dönemde bunu anayasal buldu. Krize karşı önlem olarak düşünülen bu uygulama uzun süre kaynak girişini durdurdu. Bu Türkiye’ye yapılmış en büyük ihanettir. Bunun çok acısını çektik, bu imaj yeni yeni düzeliyor, onu bozmamak lazım. Türkiye’nin adının savaşla anılmaması için elimizden geleni yapmamız lazım. İç savaşın durması, Kürt meselesinin çözülmesi, bunlar Türkiye’ye kaynak girişini arttıracak şeyler. Türkiye, kaynağı çekemediği ölçüde otomatik olarak küçülüyor. 2001’deki gibi döviz ikiye katlanmayacak, krizler böyle olmayacak. Finanse edebileceğimiz cari açık kadar büyüyeceğiz, o kadar. Kriz de bu demek. 25 milyar dolar cari açık finanse edebiliyorsak ona tekabül eden büyüme yüzde 1.5-2’dir. Fiscal devaluation ile paranızın değerini arttıramazsınız, bunlar geçmişin yöntemleri...
İktidar bu anlattıklarınızın ne kadarının farkında?
Ali Babacan’ın tüm bunların bildiğini biliyorum. Babacan, kamu maliyesi dengesinin ne kadar önemli olduğunu herkesten iyi gördü, mali kuralı çıkarttı, tasarı haline getirdi, son anda ne olduysa çıkmadı. Türkiye için çok büyük bir olumsuzluk. Kamu maliyesi dengeleri bozulmadı ama böyle bir şeyin varlığı küresel piyasalara bir teminattır. Pratikte bir işlev yerine getirmese bile, mali kuralın yasalaşmış olması uluslararası piyasalara çok olumlu bir sinyal olacaktı.
Biz tam tersini yapıyoruz mesela bir hafta idamın geri getirilip getirilmeyeceği tartışmalarıyla geçti...
Türkiye’ye idam cezasının gelmesi demek, Türkiye’nin AB ilişkilerinin bitmesi, hatta Avrupa Konseyi’nden çıkarılması demek. İdamı devreye sokacak bir ülkeyi Avrupa’da barındırmazlar. AB ile ilişkileri kesilmiş bir ülkeye de kaynak girişi olmaz. Londralı bir yatırımcı şunu düşünür: İdamı kaldırdılar, tekrar geri getirdiler. Ben geldikten sonra bana da hiç beklenmeyen vergiler getirebilirler. Sécurité juridique diye bir kavram var, yani hukuk güvenliği. Hukuk normlarının bugünden yarına değişmeyeceği anlamına gelir. Giriş ve çıkış koşullarının aynı olması bu demek. Hukuk güvenliği olmadan yabancı sermaye çeken ülkeler var, Çin mesela. Ama ücretler 50 dolar. Türkiye tekrar 50 dolarlık ücretleri göze alabilirse, bize de belki gelebilir. Ama 50 dolar demek korkunç bir ülke demek.
Sayıştay’ın askeri harcamaları denetlemesi konusunda bir saydamlık problemi var. Bu konuya kafa yoran bir iktisatçı olarak son yasa değişikliği hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkiye 2004’te Anayasa’nın 160. maddesini değiştirdi. TSK harcamalarının denetimi gizlilik esasına göre yapılır diye bir ibare vardı onu kaldırdı. Bu ibarenin çıkartılması “istersen gizlilik esasına uy istersen uyma” olmaktan çıkıyor diye düşünülebilir. Bence bu kötü düşünme biçimi. Eskiden zorunluluk vardı gizlilik şartı kalkınca siyasi iktidar gizlilik esasını ister geri getirir, ister getirmez. Oysa kamu harcamalarının denetiminde saydamlık esası vardır. İstisna kalktığına göre bir daha bu gizlilik esasını getiremezsin. İşin özü o ibarenin kaldırılmasıdır, bu iktidara isterse tekrar gizlilik esasını uygulayacağı hakkını vermez. İstisna kalkınca harcamalar genel ilkeye uyar, o da saydamlık ilkesidir. Yönetmelik gizlilik getirmiyor ama kanun bu alanın özelliklerine göre yönetmelikle düzenlenir diyor. İyi bir Anayasa Mahkemesi olsa, bu yönetmeliği iptal eder. Türkiye’de yorumlar çok ilkel.
Yorum Yap