- 8.04.2013 00:00
Medya patronlarının, iktidarın yakasına yapışacak, mesleğini, onurunu savunacak yöneticilere ve gazetecilere ihtiyaç var.
Son günlerde Türkiye’de basın özgürlüğü nasıl korunabilir diye düşünürken hep aynı film karesi geliyor aklıma. Dövüş Kulübü filminin bir sahnesi bu. Tyler Durden (Brad Pitt) ve arkadaşları, bir barmenin de yardımıyla, barın altındaki bodrum katını işgal ediyorlar. Karanlık, izbe bir yer burası. Ama Dövüş Kulübü için de ideal bir ortam sağlıyor. Tam Tyler yeni gelenlere kulübün kurallarını anlatmaya giriştiğinde, barın sahibi, bir adamıyla beraber merdivenlerden inmeye başlıyor.
Bu çam yarması barın sahibi olabilir ama Tyler da mekânı çoktan sahiplenmiş. Kulübün açılışına gelen bu davetsiz misafire ‘kim olduğunu’ soruyor Tyler. Adam da “Bu barın girişinde Lou’nun yeri yazıyor ya, işte o benim” diyor, “Asıl siz kimsiniz” diye soruyor. Sonrası müthiş. Lou mekânın sahibi olmanın verdiği güvenle esip gürlemeye başlıyor. Ama bir şeye sahip olmak başka, ona aşkla bağlı olmak da başka bir şey. Lou, Tyler’ın karnına bir yumruk indiriyor ilk önce. “Söylediklerimi duydun mu” diye soruyor. Tyler, zayıfın hiç beklenmeyen silahını koyuyor ortaya. Yumruklara delice kahkahalarla yanıt veriyor. Adam sinirlenip daha da sert vurdukça Tyler’ın hırıltıyla karışık kahkahaları daha da yüksek sesle çıkmaya başlıyor.
Lou kan ter içinde kalıncaya kadar dövüyor Tyler’ı, ama bu yolla pes ettiremeyeceğini anlıyor bir süre sonra. Tam yerdeki dövme seansına ara verip ayağa kalktığında, bu defa Tyler’ın karşı hamlesi geliyor. Tyler, Lou’nun yakasına yapışıp adamı aşağıya indiriyor. O vurmuyor adama. Yakasına kuvvetle sarılıp az önceki dayak seansından yüzünde biriken kanı Lou’nun yüzüne boca ediyor sadece. Tyler adamın yakasından çekerken Lou’nun adamı da Tyler’ın ayaklarından çekiyor. Tyler, “Biz bu mekânı çok seviyoruz, burayı bize bırak” diyor. Lou’nun bu kararlılık karşısında yapabileceği hiçbir şey yok, dehşete düşmüş bir şekilde mekânı onlara bırakarak geri çekiliyor.
Bizim, Tyler gibi, medya patronlarının, iktidarın yakasına yapışacak, mesleğini, onurunu, alanını ne kadar dayak yerse yesin çılgınca bir aşkla savunacak yöneticilere ve gazetecilere ihtiyacımız var. Ama tıpkı daha önce politikacıların kendi alanlarına sürekli olarak müdahale eden askerler karşısında yerlere kadar eğildikleri gibi, gazeteciler de, iktidarın müdahaleleri karşısında kırılıp geçiyor, kendi alanlarını, mesleklerini savunamıyorlar. En küçük bir müdahalede medya mahallesinin sakinleri çil yavrusu gibi dağılıyor. Gazeteciler, işten çıkarılan arkadaşlarını savunmak için iki kelam olsun edemiyorlar. Acıklı bir durum bu.
Cuma günü içinde bulunduğumuz acıklı durumu daha bir idrak ettim. ‘Medya, sahte kemancılar ve iktidar’ başlıklı yazım için arayıp teşekkür eden Amberin Zaman, Hasan Cemal ve Mehmet Altan’ın telefonları ilk önce beni mutlu etti. Ama sonra yavaş yavaş buruk bir hüznün üzerime çöktüğünü hissettim. Bundan üç-beş sene önce, kendi yazma serüvenime ilişkin binbir senaryo üretsem bu sahne aklımın ucundan bile geçmezdi. Bu insanlar yazamayacak, ben onların yazamamalarını konu edindiğim için teşekkür edileceğim. Onların işlerini kaybetmeleri üzerine o kadar çok kişi yazmalıydı ki bana teşekkür sırası gelmemeliydi bile. Ama olmuyor işte. Kendini savunmaktan aciz olan medya, birer-ikişer yazarlarını kaybediyor. Galiba, ben de, Hasan Cemal’e telefonda söylediğim gibi, Batı’da ölenlerin ardından yazılan ‘obituary’ köşesi gibi, manevi ölüme uğratılan yazarları yazan bir köşe icat ediyorum yavaş yavaş. Ülkenin yoğun gündeminin, benim arka arkaya iki tane basın özgürlüğünü konu alan yazı yazmamı engellemesi gerektiğini düşünebilirsiniz. Ama o yoğun gündemi en iyi yorumlayıp analiz edecek kalemler susturulmuşsa bizim de dönüp dolaşıp bu konuyu gündeme getirmek boynumuzun borcudur.
Yorum Yap