- 8.06.2012 00:00
Soruyu can alıcı yerinden soramazsanız, yanıtını düzgün alamazsınız. Sonra da içinden çıkamayacağınızı hissetmeye başlayınca, kıvırtacağınız yeni çareler aramaya kalkışırsınız, şimdi yapmaya çalıştığınız gibi.
Darbe davalarına ve tutuklamalara başlamadaki yöntem, yanlışa doğru evrilecek şekilde seyretti, daha en başından beri. TSK’nın yarım yüzyıllık vesayetçi darbeci yapısı, sadece bir seminerin senaryo CD’lerine takılı kalınarak açılan ceza davalarıyla çözümlenebilecek sanıldı. Ordu uygulamalarının büyük resmindeki ilişkiler bütünü gözardı edilerek, ispatlanması zor alanlara kanalize olunan iddianamelere yönelinmekle yetinildi. Bunlar yazılırken, askerlik mesleğinin kendine özgü bilgi kaynaklarından zerrece yararlanma yoluna da gidilmedi.
Olgularla değil, olaylarla uğraşıldı. Yok, imzalar yaş mıydı kuru muydu, yok, “K.’a arz” notu falanca kişiye mi yönelikti gibi lüzumsuz ayrıntılarla boğuşarak, daha işin sonuna gelinmeden yorulmuş, yıpranılmış olundu.
Çoğu zaman, bir birlik komutanı dahi olmayan bir albayın yahut başçavuşun, hâttâ bazen harp okulundan yeni mezun bir teğmenin üzerine çullanarak, koca bir militarist yapının başıyla uğraşacak yerde, kuyruğuyla eğleşmek yeğlendi. Sorun yalnızca lokal bir ceza davasıymış sanılarak, tarihsel bir dönemle kurumsal olarak hesaplaşmanın epeyi uzağına düşüldü. Bu hesaplaşma gerçekleşip bilinçlerde yer etmeyince, toplumu iknaa sevk eden köklü bir ordu reformu gereksinimi de doğmuş olmadı.
Ne mi demek istiyorum? Bir tanesinden başlayayım:
Örneğin biz, ordu birliklerinin yurdumuzun tüm sathına kent kent, kasaba kasaba yayılıp konuşlanmış olduğuna bakarak, herhâlde bu yaptıkları uygulama doğru olsa gerek diye düşünürüz. Daha doğrusu düşünmez, neden denizi dahi olmayan Ankara’nın bu kadar çok denizcisi olduğunu, ya da neden arazisinde muharebe tecelli etme olasılığı düşük olan içerilerdeki şehirlerde bile koca koca kışlaların yükseldiğini aklımıza getirmez; Cumhuriyet kurulduğundan beri sivil siyasal denetimden uzak kalarak özerkleşen ve tüm sivil siyasal ve sosyal yapıyı denetimi altında tutan bu vesayetçi ordunun, acaba gerçekten olması gerektiği şekilde mi tertiplendiğini hiç mi hiç sorgulamayız. O zaman da, “Geri Bölge Emniyet Plânı çerçevesinde tatbikat yapıyorduk” demelerinin bizatihi o hâlini yutar, es geçeriz.
Oysa bir ordu ülkesinin topraklarına, siyasal yapıya hem merkezî hem de yerel olarak nüfuz etme maksatları güdeceği bir “garnizonlar silsilesi” anlayışıyla değil, “askerî coğrafya”nın gereklerini gözeterek, muhtemel düşman saldırılarının yaklaşma istikametlerini tıkayacak tarzda tutunacağı ve koşullarını olgunlaştırarak püskürteceği taktik ve stratejik esaslar ve öngörüler çerçevesinde yerleşir.
O nedenle, meselâ 1. Ordu birlikleri Marmara Bölgesi’ndeki yerleşim yerlerinin değil, sınırımızın kuzey-batısından gelmesi muhtemel tecavüzlere karşı koymak üzere tertiplenecek oldukları Genel Savunma Plânı’ndaki arazide tutunmak ve orayı savunmakla yükümlü kuvvetlerdir.
O yerleşim yerlerinin, kentlerin kasabaların sorumlusu ise iç güvenlik teşkilâtlarıdır; Polis’tir, Jandarma’dır. Hâttâ gerekirse diğer masun bölgelerden kaydırılacak başka birliklerdir de; gene de bunlar değildir. Çünkü ne olursa olsun, düşman karşısından çözülerek dönüp yurtiçindeki sosyal olaylara müdahale edenler, asla bu 1. hat birlikleri olamazlar.
Bir ordunun böyle bir plânı olamaz. Eğer böyle bir plânı varsa, halkına karşı kuzey-batıdan gelecek düşman kendisi olmuş demektir.
Bir ordunun, ilke olarak 50-60 km. cephesi ve bir o kadar da derinlik ihtiva eden “sorumluluk sahası” olur. Alacağı her türlü emniyet tedbirleri, ancak kendi sorumluluk sahası ile sınırlıdır. O yüzden, mevzilerinden 250 km. uzaktaki İstanbul, 350 km. uzaktaki Adapazarı, 450 km. uzaktaki Bursa, kendi “muharebe sahası geri bölgesi” hudutlarının o kadar çok ötesinde kalırlar ki, onu kesinlikle ilgilendirmezler.
Kaldı ki, Geri Bölge Emniyet Tedbirleri bahanelerinin arkasına gizlenerek yapılan bu tarz plânlar, sivil siyasal iradeden habersiz olarak da oluşturulamazlar. Bir ülkede hükümetin bilgisi yasamanın da denetimi dışında birtakım plânlar ve projeler tasarlanıyorsa, o ülkenin bağrına saplanacak bir hançerin bilenmekte olduğundan dem vurmak yanlış sayılmaz.
Ordunun, bölgedeki kentlerin “üzerlerine çökerek” onları tedip ve terbiyeye kalkışması doğru mu ki, tatbikatları doğru olsun? Bu ülkenin hükümeti, iç güvenlik teşkilâtları ve yurtiçinden sorumlu olan Kuvvet Komutanlıkları ile Genelkurmay Başkanlığı ne güne duruyor da, onlara iş düşsün?
Ne lüzum var mahkemelerde, seminerin yazım çizim hatalarının ayrıntılarında boğulup durmaya; kendisi başlı başına muazzam bir suç iken zaten. Askerî kabadayılığın on yıllardır tahkim ede ede oluşturduğu tüm yasalar; örneğin tam bir “askerî yönetim şaheseri” olarak 12 Mart faşizminin bir ürünü sayılan Sıkıyönetim Kanunu’nu, neresinden tutacaksınız elinizi pislemeden?
Paris Sıkıyönetim Komutanı... Londra Sıkıyönetim Komutanı... Düsseldorf Sıkıyönetim Komutanı... nasıl, yakışıyor mu? Ama bakın, İstanbul Sıkıyönetim Komutanı... Ankara Sıkıyönetim Komutanı... Bursa Sıkıyönetim Komutanı... yakışıyor.
Utanmak arlanmak gerekmez mi, böyle ilkel bir toplumsallıktan? Bence durdurun derhâl tüm yargılamaları. Gönderin herkesi evine. Kulaklarımız “yerin dibine kırmızısı” kesilmeyecekse, ne kıymeti var ki bunların?
Henüz goriliz herkesten çok, çünkü böyle meselelerde.
cinarnamik@hotmail.com
Yorum Yap