- 13.05.2016 00:00
Hiç, acaba niye diye, bir karşılaştırma yapmak geçti mi içinizden?
Çökme sürecine girdiğinde fırdolayı küçülen Osmanlı’nın yiten topraklarından Anadolu’ya doluşan birbirinden farklı unsurlarıyla, dünyanın dört bir yanından göçerek Amerikalarda yeni hayatlar kuran altüst oluşlar, aşağı yukarı aynı yüzyıla rastlarlar.
Yeni Türkiye’nin inşasında önemli rol oynayan göçe dayalı demografik hareketler, neden burada liberal demokrat bir toplumsal hayat tarzı üretmediler de, Amerika’dakiler ürettiler?
Oranın toplumları zengin, müreffeh ve dünya egemeni oldular; bizse halâ yüzyıllık sorunlarla boğuşan, yoksul, gergin ve mutsuz yığınlar olarak kalakaldık.
Bunun sebebi ne?
Tabii ki, çok şey söylenebilir.
Tarihsel çizgisinden tutun da, coğrafyasından üretim ilişkilerine, din ve kültüründen siyasal geleneklerine kadar sayısız gerekçe sıralanabilir ve çoğu da yanlış olmaz.
Ama ben bu yazıda meseleyi, belirleyici faktörlerden biri olarak gördüğüm “özgürlükler” bağlamında ele almak istiyorum.
Göçmeni bu kadar bol iki toplumdan biri, farklılıkları yok etmeye çalıştığı bir milliyetçiliği esas almış, diğeri ise çeşitliliğini koruyarak özgürce ve barış içinde bir arada yaşamayı seçmiştir.
Sonuçta, hangisinin haklı ve kazançlı çıktığını, hayat göstermedi mi?
Siyasetin meşruiyeti, bir arada yaşayan toplumsal unsurların huzur içinde olmaları ve varlıklarını özgürce sürdürmeleri halinde söz konusudur; birbirlerini yemeleri şartlarında değil.
Bu yüzden, sağlıklı siyaset bilinci edinmeye ilkin, insanların barış içinde ve özgürce bir arada yaşamalarını sağlayacak düzen nasıl olmalıdır, sorusuna cevap aramakla başlanmalıdır.
Dağılan bir imparatorluğun birbirinden farklı etnik, dinsel ve mezhepsel gruplarını doğal süreçler değil de savaşlar bir araya getirmişse; yapılacak en büyük yanlışlık, onları birörnekleştirmeye kalkışmaktır.
Ne ki, yeni devletin kurucu egemenleri, genelde baskın etnik ya da inanç grubunun değerleri etrafında birleşmeye dayanan ve benzer şekilde düşünen kişilerden oluşan istikrarlı bir nüfus yaratmak uğruna, merkeziyetçi bir siyaset güderler.
Var olan bütün eğilimleri, gerektiğinde zora da başvurarak, üstün gördükleri ortak bir standartta asimile etmeye çalışırlar.
Neticede yapılan, inşasına yapay usullerle girişilmiş tek düze bir “millet yaratma” gayretidir.
“Milli kimlik” olarak belirlenen esaslar iyice kutsanarak diğer her şey dışlanır ve halk giderek dünyaya kapalı bir toplum hâline getirilerek, çeşitlilikle baş etmenin devletin bekası için vazgeçilmez olduğuna inandırılır.
Artık bu toplum kaotik bir toplumdur.
Dinginlikten uzak ve huzursuzdur.
O nedenle istikrarı da olmaz ve zenginleşemez.
Kendi kendisiyle savaşır ve dışarıdan herhangi bir düşmana ihtiyacı da yoktur.
Bu yanlış yolun doğrusu ise, ancak “çeşitliliğin bastırılmadığı” özgür bir düzende aranmalıdır.
Toplumun eşit birer üyesi olarak yaşayan insan veya gruplar için en temel özgürlük, o topluluktaki diğerleriyle “aynı görüşte olmama” özgürlüğüdür.
Çoğul ve dolayısıyla güçlü olanın iradesinin hâkimiyeti, asla kabul edilemez.
Asıl özgürlük buradadır.
Eğer uzlaşılamıyorsa, ayrılmaya kadar gitmek bile bir haktır.
Ama sorunu buralara kadar vardırmamanın yolu, “doğrunun ve iyinin ne olduğunun kararını ve icrasını” tek başına hiçbir gruba vermemekten geçer.
İşte demokratik devlet, tam burada ve bunun için gereklidir.
Uygar devletin işlevi, egemen bir grubun sübjektif değer ölçütlerine göre belirlenmiş adalet, siyaset ve yaşam anlayışlarını toplumun bütününe dayatmak değil, kendi içinde özgür bırakılmış gruplar arası ilişkilerde yansız bir hakem rolü oynamaktır.
Bir başka deyişle, artık çağdaş devletin toplum anlayışı, bir araya gelen farklı grupları veri bir hukukla zorlayarak merkezi bir birlik oluşturmalarını sağlamak değil, ancak medenice ilişkilerin bir arada tuttuğu, daha gevşek tarzda ve yerinden yönetilen birlikler biçimini alan ağ düzenini denetlemek ve sağlıkla işlemesini gözetmekle sınırlı olmalıdır.
Devlet, emsalsiz bir ahlâki konumda ve önemde olarak da görülmemelidir.
O sadece, bugüne kadar sırf sayısallığı nedeniyle güçlü olduğu için egemenliği elinde bulunduran, oysa niteliği itibariyle diğerlerinden hiçbir üstün önceliği olmayan iktidar sahibi bir gruba münhasır sübjektif değerlerin yaptırım aracı olmaktan öteye bir şey değildir.
Bu yüzdendir ki, günümüz dertlerine çare olamayacağı artık iyice belli olan bu devlet anlayışının terk edilerek demokrat bir yapıya büründürülmesi elzemdir.
O demokrat yapı ki, sadece ve ancak liberal bir tercihle gerçekleşebilecektir.
Çoğu kimse liberal tercihi keyfe keder bir iş sanmaktadır.
Hâlbuki liberal değerler olmasa, nasıl demokrat olunacaktır?
Liberalizm, demokrasinin öteki adıdır.
O, belirli bir adalet anlayışının şekillendirdiği, tek bir amacın veya tek bir görüşün kılavuzluk ettiği bir devlet kurgusu değildir.
Liberal devlet, çok sayıda topluluğun yetki alanlarından sadece biridir; onları kendisine uydu da yapmaz.
Muhtelif otoritelerin birlikte var oldukları, karşılıklı hoşgörünün düzlemidir.
Liberal siyasal otorite, tek bir güce tabi olmayan ve birörnek değerler sistemine bağlanmaya zorlanmayan grupların hepsinde birden ve hepsiyle birlikte tecelli eder.
Liberal devlet hiçbir kolektif amaç gütmez, ama grupların kendi amaçlarını, birbirlerinin önünü kesmeyecek şekilde izleyebilecekleri rotalarda tutmayı sağlar.
Liberalizm “iyinin ve doğrunun” ne olduğunu tespite kalkışmaz.
Lâkin “iyinin ve doğrunun” ne olduğuna kendi içinde karar vermiş grupların kendi yollarından gitmelerine izin verir.
Çünkü liberalizm, farklılık ve anlaşmazlıkların ortaya çıkardığı sorunları çözmeye, bu olmadığı takdirde de birlikte yaşamalarının zeminini yaratmaya en elverişli ve güvenceli rejimdir.
İşte bütün bunlardan dolayıdır ki, Türkiye, Batı dünyasının değerlerini yakından uzaktan algılayamadığı için şimdilerin bedbaht süreçlerine mahkûm durumdadır.
Bu kafayla da, ne Kürt sorununu, ne Alevi sorununu ve ne de diğer benzerlerini çözebilecektir.
Amerika’yı ve Avrupa’yı “fırsatlar ülkesi” yapan bu özelliklerdir.
Türkiye, tarihinden gelen çok kültürlülüğüyle coğrafyasını seçenekli hayat tarzlarına göre bezeseydi, bugünkü kavgaları yapmasına gerek kalmayacaktı.
Kimse kimsenin hangi dille konuştuğuna, neye inanıp neye inanmadığına, nasıl giyinip giyinmediğine, bir diğerine asla ve asla etkide bulunamadan ve baskı da görmeden kendi eflakinde yaşayıp gidecekti.
Rakı, Tekirdağ’da en ucuza, Konya’da ise en pahalıya içilebilecek; İzmir’in meyhaneleri sabaha kadar açıkken, Erzurum’da ruhsat almak deveye hendek atlatmaktan bile zor olacaktı.
İsteyen başını gözbebeklerine kadar kapatırken, isteyen şortla dolaşacak; herkes dilediği yerde ikamet etmekle beraber, yerel siyasal yapıların farklı kültürler olmaktan gelen kararlarına uymakla mükellef olacaktı.
Edirneli Şırnaklıya karışamayacak, Diyarbakırlının borusu Bursa’da ötemeyecekti.
Erdoğan gibi biri çıkıp, benim dediğim olacak, ben nasıl istiyorsam öyle yaşayacaksınız, diyemeyecekti.
AKP’liler dürüst olsalardı, kendi düşünceleri iktidarda değilken nasıl bir iktidar düşlüyordularsa, iktidar önerileri de öyle olurdu.
Oysa ne yapıyorlar?
“Tek adam” karşıtlığıyla geldiler, şimdi kalkmış neden “tek adam” gereklidir, bunu izahata çalışıyorlar.
Bazen onları tanımlamaya kelimeler yetmiyor.
NAMIK ÇINAR / HABERDAR
Yorum Yap