- 9.01.2015 00:00
Hattâ işi çekip gitmelere kadar vardırarak, sen misin yakınmaya kalkan!
Bu sefer de zılgıtı bu yüzden yemeyeyim mi!
Sağ olsun, kimi okurlarım ve dostlarım, geçen yazımdaki sızlanmalarımı görünce; baktılar yalpalıyorum, şuna bir güzel balans ayarı çekelim de görsün gününü, diye düşünmüş olmalılar:
“Otur oturduğun yerde!
Hiç bi cehenneme gidemezsin!
Sen bize daha lâzımsın!”…
“Sen de mi, Brutus” vaziyetleri yani.
Oysa bu benim yaptığım, yılgınlıktan ziyade, durumun vahametini duygularımla da göstermek.
Her şey yolundaymış, her şey kontrol altındaymış gibi numara mı yapaydım, yoksa insanları bu son gelişmeler karşısında bir biçimde sarsalasa mıydım?
Hemen zayıflığıma vermeyin; “olmayana ergi” de dâhil, bunu yapmanın bir sürü yöntemi vardır.
Kaldı ki zayıflık da mümkündür.
Nihayet herkes kadar biriyim ben de.
Kavi olduğum kadar, kırılganım da.
Sevinçlerimi nasıl saçıyorsam, üzüntülerimi de savurmaktan çekinmem, ortalığa.
Kalemi elime aldım mı, kendime yazarım ben, kendimi aldatmadan.
Ne varsa dilimin ucunda, çekinmem, kaçınmam, söylerim hepsini.
Çoğu kimseler, güzel cümleler kurmak zanneder; oysa yazarı herkesten ayıran, hesapsız içtenliğidir.
Sanıldığı gibi öyle olsaydı, Japonlar çoktan robotunu yapardı.
Değildir.
Asıl mahareti budur!
Zaten cümlelerini güzel kılan da, yazardaki o berrak yürektir.
Onlar olmasaydı, kendimizi bu denli tanıyamazdık.
Kendilerini yazarken, bir de bakmışız ki bütün hepimizi yazmışlardır.
O yüzden, hep tutarlılık, hep plânlılık, hep mizansen beklemeyin!
Gökyüzüne burun kıvırıyor musunuz, güneş açınca, yağmur yağınca, bir ısınıp bir soğuyunca?
Arıya böceğe nasıl bakıyorsanız, yazara da öyle bakın, öyle sevin.
Bırakın çiçek de açsın, yaprak da döksün.
Gün gelip coşsun çavlanlar gibi.
Ama gün gelip miskin su gibi durgunlaşmasını da göze alın.
Yüzünüze ayna tuttu diye içerlemeyin.
Bırakın ne doğallığı varsa yansıtsın size.
Okuyucuyu kafaya alan maskelerle dolaşmasın.
Yazısının başına oturdu mu, hepimiz adına transa geçen sosyolojik bir medyum olduğunu unutmayın.
Onu yazar yapan, bunlardır!
Tabii bu rezil düzenin havuzunda köpekleme yüzen görevlileri, bu kapsamda görmediğimi, onları yazardan saymadığımı, bilmem söylememe gerek var mı?
Hattâ o duygusuz yalakalardan birinin dünkü yazısına bakılırsa, çekip gitme konusunda “durduğum kabahat”mış.
Ben çekip gidersem, hepsi de sana benzeyen devre mülk kalemlerden müteşekkil yoz bir ülkeyi bu mazlum halk ne yapsın, a “Şeref Haktanır” kılıklı adam?
Beni cemaatçilikle falan suçluyor.
Camiye en son büyükbabamla altı yaşındayken gitmiştim.
Bre rezil! Mücadelemin özgürlük meselesi olduğunu bile anlayamamışsın.
Velhâsıl dostlarım, ben de biliyorum Donkişot olduğumu.
Donkişotlar bunalmaz mı?
Gün olur… demez mi Hasan Hüseyin:
“ben hep onlar için söyledim şiirlerimi
onlar için yazdım bütün yazdıklarımı
ne çektimse bunca yıl onlar uğruna
istedim ki duyar gibi yağmuru duysunlar yüreklerinde
istedim ki tokat gibi insin suratlarına
istedim ki desinler
işte bizim şairimiz
işte bizim sesimiz
işte bizim kurtuluşumuz
demediler bir tek gün
demediler bir tek gün
ağaçlar anladı beni
kayalar sular yollar
ama onlar anlamadı
onlar iğilmedi şiirlerime
ne güzel
ne güzel.”
Gün olur… insana vakfedilmiş koca bir ömrün minnacık kaçamağında bir lâhza olsun bencilleşmesini, çok mu göreceğiz Şair Baba’ya da?
“bugün pazar
bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar
bu anda ne düşmek dalgalara
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım
toprak, güneş ve ben…
bahtiyarım.”
Gün olur… “Ejderha olsan kâr etmez” demez mi Ahmet Arif?
Teslim mi oldu diyeceğiz, şimdi ona da?
Ve gün olur… Cem Karaca,
“hep kahır…
hep kahır…
bıktım be!” diye haykırınca şarkılarda,
anlatmaz mı, bize bizi?
Benimki de böyle bi’şeydi işte!
Geldi, geçti.
twitter@cinarnamik
Yorum Yap