- 25.09.2015 00:00
Acı acı gülmeli mi, ağlamalı mı, karar veremiyorum.
Birbirimizi boşu boşuna öldürdüğümüzün bile farkında değiliz.
Zaten bilseydik, bu olup biten yüzünden utanırdık kendimizden.
Merkeziyetçi ceberut devlet, gâh 1648 Westphalia’sından kalma bir ideoloji olan Kemalizm’le katı laikçileri, gâh bin dört yüz sene öncesinin insan topluluklarına çare olarak önerilmiş İslâmi düzenle dincileri; ama sonunda herkesi aynı totaliterliğin kapısına çıkaracak şekilde eğitim süreçlerinin kundak bezleriyle sarıp sarmalamakta ve her nabza göre sunduğu şerbetlerle emzirmekte hepimizi.
O yüzden, çağdaş dünya nereye doğru gidiyor, haberimiz bile yok hiçbirimizin!
Türkiye’nin Kürt Sorunu dahi bu bağlamda bir sebep değil, sonuçtur.
Çürüyen tüm yapısal zincirin en zayıf halkasında baş göstererek bizi dürtükleyen bir olgudan ibarettir sadece.
Esas mesele, toplumun günün değer ölçütlerine göre yeniden teşkilâtlanıp çağdaşlaşamamasındadır.
Aralarında çatışıyor gibi görünseler de, Türkiye’deki bütün egemen ideolojiler devletçidir ve onlardan etkilenerek edindikleri “merkeziyetçi devletten yana” tutumları nedeniyle daha güzel bir toplumsal hayata geçiş yapamayan bu mazlum halk, trajikomik bir şekilde o bilinçsizliğin ceremesini çekmektedir.
Nasıl ki Osmanlı, 1789 Fransız Devrimi’yle gelen “ulus-devletler çağı”nı öngöremeyip yok olup gitmişse ve biz bunu, tıpkı matbaanın gecikmesindeki gibi, ancak 1920’lerde kavrayabildiysek; korkarım bu sefer de toplumların “ademimerkeziyetleşme çağı”nı kaçırmanın bedelini, olayların rüzgârlarında savrularak ödeyecekmişiz gibi geliyor.
Oysa önümüzde muazzam bir AB projesi duruyordu.
Bir ara ne heves ettiydik!
Lâkin o da üç gün sürmüş, sonra tekrar anakronik hayat tarzımıza geri dönmüştük.
AB denince, 28 tane devletin biraraya gelerek kurduğu bir birliği anlıyoruz.
Fakat hepsi o kadar!
Daha ötesi nedir, henüz kavramış bile değiliz.
Çünkü biz bu meseleleri ancak ulus-devlet penceresinden baktığımız kadarıyla görebiliyoruz.
Oysa AB’yi 28 ulus-devletten ziyade, kurulma amaçlarına uygun seyreden ve sayıları aşağı yukarı 275’e ulaşmış “Bölgesel Yönetimler Birliği” diye tanımlamak, bana kalırsa daha isabetli olacaktır.
AB demek, “yönetim tekeli” elinden alınan merkezî devletin, bundan böyle tasarruf edeceği yetki ve sorumlulukları mahallinde oluşan “bölge yönetimleri” ile görev ve işbölümü çerçevesinde paylaşması, bunun yürümesi için de mali kaynakları üleşmesi demektir.
İşte biz de, henüz niyetimizin sürdüğü 2008’de, ülkeyi yirmi altı tane “Kalkınma Ajansı” bölgesi şeklinde tarif ettikse de, bunlar hiçbir surette ne merkezî devlet anlayışından, ne de doğru dürüst hayata geçip de kâğıt üstünde kalmaktan yakalarını kurtarabildiler.
Eğer AB hedeflerini sürdürmeyi becerseydik, şimdi merkezin vali diye görevlendirdiği, ama kendi işimiz olsaydı kapıdan dahi sokmayacağımız evsaftaki seksen bir tane Ankara yalakası hot-zotçu memur tarafından yönetiliyor olmayacaktık.
Nasıl ki kendimizi vilayetler bazında seksen bir parçaya bölünmüş addetmiyorsak, Kalkınma Ajansları sebebiyle de yirmi altı parçaya bölünmüş addetmeyecektik.
Hepimizin zihnine, bunun çağdaş bir idari taksimat olduğu bilinci kazınacaktı.
Bölge Yönetim katılımcılığımız şöyle dursun, hizmet odaklı belediyeciliği bile daha da merkezîleştirdik.
Örneğin Türkiye’de hâlen (1.389) belediye varken, coğrafyası bizim yarımız kadar olan Almanya’da bu sayı (14.743), dünün katı merkeziyetçi Demirperde ülkeleri olan küçücük Polonya’da (2.489) ve minnacıkÇek Cumhuriyeti’nde ise (6.242)dir.
Gelişen ve zenginleşen toplumlar yerinden yönetim esaslarına hız verirlerken, bizim her ideolojinin tepesindeki “tek adam”lara bel bağlayarak toplum olmaya kalkışmamızın gülünçlüğünü ne zaman kavrayacağız?
Suriyeliler gibi, o ülkelere sığınma sırası bize geldiğinde, bindiğimiz lastik botlar su almaya başladığında mı?
twitter@cinarnamik
Yorum Yap