- 14.10.2013 00:00
Toplumsal olguların gidişatını, diğer faktörlerden bağımsız olarak, en önce “özgür olup olmamak” belirliyor anlaşılan.
Bence bu, tartışmaya bile gelmeyecek öyle bir gerçeklik ki; aksini söylemek hiç kolay görünmüyor.
Bir tarafta “açılmaya” can atan şeriatçı İran varken, aynı anda “kapanmaya” çalışan yanı başındakiTürkiye’yi nasıl izah edeceğiz, başka türlü?
İkisini de ters taraflara savuran ortak payda, her şeyden önce kendilerine dayatılan “yasaklar”.
Birinde “açılmak” yasak, diğerinde de “kapanmak”.
Birinin gitmek istediği yerle, diğerinin dönmek istediği yer, birbirinin aynı.
TV’lerdeki görüntülerden giderek mukayese edersem; başlarındaki örtülerini sanki saçlarından aşağıya kayacak da ha düştü ha düşecek gibi gevşek bağlayan İranlı kadınlarla, neredeyse nefes alıp vermekte bile zorlanıyorlarmış izlenimi verecek denli sımsıkı düğümleyen bizdeki hanımefendilerin arasındaki bu biçimsel tezat ve eğilim de gösteriyor ki, evvel emirde bunun dinle de imanla da bir ilgisi yok.
Kısıtlamalar yüzünden, her iki tarafta da yapılabilenlerin değil, yapılamayanların önemi öne çıkmış gibi gözüküyor.
İranlı kadınların giyim kuşamları üzerindeki dinsel baskının, yeni cumhurbaşkanının estirdiği özgürlük rüzgârlarıyla hafifletilmesine nasıl oralarda reform deniyorsa; bizim buralarda da laikçi baskı yüzünden örtünememiş kadınların kapanmalarına reform deniyor.
Biri açılıp diğeri örtünüyor, ama ikisi de reform sayılıyor.
Komik gelmiyor mu?
Örtünmenin yahut açılmanın kendisi değil de, sadece ve sadece özgürlükse mesele, gerçekten de bu bir reformdur o vakit.
Peki, Türkiye’deki dinsel gelişmeler, salt özgürleşmenin yansımaları mı, yoksa demokrasiyi kullanarak kotarılan dinsel nizamın boy vermeye başlayan neticeleri mi?
Söz ustası Cyrano de Bergerac’ın kuytulardan fısıldadığı kopya serenatlarla aldanan avanak aşığın büyülenmesindeki gibi, Başbakanın prompterden okuyarak yaptığı insan avutmaya dönük kafa karıştırıcı konuşmalarına kendimizi kaptırmazsak, valla ne yalan söyleyeyim, ben ikincinin olduğu kanısındayım.
Çünkü “vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyeti”ni bir hayli aşan şeyler oluyor giderek bu ülkede.
Toplumsal hayat, salt özgürlük yapı taşlarıyla değil de, Kemalist rejimin katı laikçi anlayışlarıyla mazlumlaşmış Sünni İslâmcı kesimlerin, ilkin serbestleşmeleri, kutsanmaları ve gittikçe de her alana hâkim hâle gelmeleriyle örülüyor.
Yüzü hiç de demokrasiye dönük olmayan bu gidişin, kabul edilebilir bir durum olmadığı çok açık.
Son Halife Abdülmecid Efendi’ye ait, kompozisyonu yarı çıplak kadınlar olan bir “nü” çalışmasının şu sıralar bir müzayede vesilesiyle gündeme gelmesi; AKP sözcüsü Hüseyin Çelik’in kadın giyiminde dekolteye ayar vermesi ve Erdoğan’ın promptere bakarak “kimsenin hayat tarzına dokunulmayacağını” âdetâ zeytinyağlı yaprak sarma nefasetiyle sunması; işte şimdi bunların üçü de 114 sene sonra aynı güne rastlayarak, ne tarafa çevirirsek doğru duracağına şaşalayacağımız sürrealist bir resmin figürlerini oluşturuyorlar.
Yetmezmiş gibi Cumhurbaşkanı Gül, otuz altı padişah ile on cumhurbaşkanının yedi asırdır yapmadığını yaparak, bir de kalkıp hacca gitmesin mi!
Tuzu mu biberi mi, yoksa baklavanın kaymağı mı?
Baklava deyince, aklıma Kurban Bayramı geldi birden.
Söyler misiniz lütfen, yeryüzü yaşamına kurban edilmekten paçayı bir türlü kurtaramayan bu coğrafyanın insanları, aynı zamanda pagan dönemlerden kalma bir ritüel olan kurban sunmayı diğer toplumlara nazaran halâ sürdürerek, acaba çaresizliklerini bu yolla mı dile getiriyorlar?
cinarnamik@hotmail.com
twitter@cinarnamik
Yorum Yap