- 29.07.2013 00:00
Orduda, tabur komutanından başlayıp Genelkurmay başkanına kadar uzanan her komuta kademesinin kendine özgü bir forsu, bir flâması vardır.
Eğer rastlamışsanız, askerî birliklerin geçit törenlerinde ya da makam arabalarıyla önünüzden Kiziroğlu Mustafa Bey hışmıyla geçtiklerinde, çalımı yüzlerinden okunan bir kurumla o forslarını bir bayrak gibi dalgalandırdıklarına şahit de olmuşsunuzdur.
Bireysel hazzını bir kenara koyarsak; bizde bu, NATO’ya girişten itibaren uygulanagelen bir ritüeldir.
İmparatorluklar çağında, vasalların ve emre giren bağlı unsurların tuğ ve sancak gibi sembolleri varolmuşsa da, hükümranlık veya bağımsızlık alâmeti sayılabilecek hiçbir simge hoş karşılanmamıştır.
Çünkü Doğu’nun despotik emperyal ilişkileri, Batı’daki gibi şehir devletlerinin zamanla gelişen koalisyonları ve giderek yerelliklerini yok etmeksizin oluşturdukları merkezî yapılar şeklinde değil; toplumsal alt grupları birleştirme siyaseti, Allah’ın ve onun yetkili kıldığı önderin kılıçla kotardığı bir hükümranlığa kulluk olarak tecelli ederdi.
O yüzden bizim, ancak renklerle ifade edilen spor kulüplerini saymazsak, ne kentlerimizin ve bölgelerimizin kendine has öznelliklerini vurgulayan armalarımız, ne de sosyokültürel ve tabii ki siyasal farklılıklarımızın imgelerini betimleyen amblemlerimiz olabilmiştir.
Sanki Nuh’un Gemisi’ne milletçe kaçak binmişiz gibi, tufan sonrası dilimizin, tenimizin ve hayata bakış felsefemizin farklılıklarını koyabilmiş değilizdir ortaya.
Örneğin bugün dahi, etik ve estetik üsluplar da dâhil, siyasal karar alma süreçleri başta olmak üzere toplumsal ve kültürel her türlü değerler konusunda, bir tarafta önderin ağzının içine bakan bir toplum; diğer tarafta ise sadece, bir elinde Allah’ın kitabı Kuran, öteki elinde kılıç gibi keskin bir iktidar hırsıyla mücehhez Erdoğan varsa şayet, bu toprakların ne farkı kalmıştır, bin sene öncesinden?
Değişen ne?
Cep telefonları, otomobiller, çok katlı binalar, çelik askılı köprüler mi?
İsterse dinsel bir teslimiyet adına söylenmiş olsun, “kulluk” kavramının bu denli çok işlendiği ve ruhlara nakşedildiği bir coğrafyada, bu ahvâlde demokrasi sittin sene yeşermez.
Demokrasi, “efendi ile köle” ilişkisinin reddolduğu bir psikolojik iklimin mayalayacağı ve ancak özgürlük tohumlarının öylelikle çatlayabileceği koşulları gerektirir.
Yani anlayacağınız, buraları özgürleşip demokratikleşemediği için çeşitliliğini sergileyemiyor ve dilediği gibi de yaşayamıyor.
Bunun yerine, eğer koşulları varsa kimileri ayaklanıyor, ama peşi sıra da sindiriliyorlar...
Gene ayaklanıyor, gene sindiriliyorlar...
Gene... gene... gene...
Bu “gene”ler, takılmış bir plâk gibi, biteviye böyle sürüp gidiyor.
Farklı toplumsal dokularına rağmen, Tekirdağlılarla Şırnaklılar aynı potada erisin isteniyor.
Ama erimiyorlar.
Bu durumda da, ne Tekirdağlılar Tekirdağlı kalabiliyor, ne Şırnaklılar Şırnaklı.
Kendilerini kendilerine bıraksalar daha iyi olacak, hâlbuki.
Ama bırakmıyorlar.
Bakın meselâ, artık fors mu dersiniz flâma mı, Suriye Kürtleri hududa bayrak dikmişler; Türkiye karalar bağlamış; Kürtler, hele de kendi Kürtleri inisiyatif alıp zemin kazanacak diye ödleri kopuyor.
Neyse ki sonunda Barzani’ye alıştılar.
Kendi Kürtleri onun kontrolüne geçse, âdetâ çoğu şeye rıza göstereceğe benziyorlar.
Türkiye kendi Kürtlerinin galebe çalmamasını kurtuluş sanıyor.
Eğer bir gün Irak, Suriye ve İran Kürdistanları biraraya gelerek üç parçalı bir Kürt devleti kurarlarsa, Türkiye’deki dördüncü parçanın buna niyeti yoksa bile, devletin şu Kürt korkusu yüzünden o da olurmuş gibime geliyor.
Suriye’deki bayrak indirilince, bizim devlet de bir oooh çekip, rahatlamış.
Ama tugay komutanı gelince onun forsu açılıp, tabur komutanınki kapatılmaz mı, zaten?
cinarnamik@hotmail.com
twitter@cinarnamik
Yorum Yap