- 27.05.2013 00:00
İçki içmesini severim ben.
Tabii gençliğimdeki kadar alkol alamıyorum artık. Hem dokunuyor, hem de kesem kaldırmıyor.
Dokunuyor dediğim, ertesi güne biraz bitkin ve biraz da bedbin uyanıyorum.
O yüzden şimdilerde arada bir, daha ziyade şarap gibi nispeten hafif olanları tercih ediyorum.
İlk içkimi on dört yaşındayken, Selimiye Askerî Ortaokulu’nu bitince kura çekip Erzincan Askerî Lisesi’ne giderken, trende içmiştim.
Minnacık bedenimi kayışla bağlayıp da bavul rafında uyuklayarak geçireceğim iki gün süren o üçüncü mevki yolculuğunda, arkadaşlarla hep birlikte aldığımız cep kanyaklarıyla içimiz dışımıza çıkmıştı.
İçki içmenin de bir kültür olduğunu ve adam gibi içmeyi, biz de böyle böyle öğrenecektik.
Hani itiş kakışları, kavga gürültüleri, içkiden bilenler vardır ya, o çiğliklerin asıl kaynağına kafa yoracakları yerde, âdetâ sorunlar görünmesin diyerek çer- çöpü halının altına süpürmeye çalışan sahtekârlıklara benziyor, bu yaptıkları da.
İnsanlar içki içtikleri için rezil olmazlar. Rezilin teki olduklarını içki ortaya çıkardığı için rezildirler.
Pespaye olan içki değil, adamın kendisidir.
Alkol almamak, insanı sefil biri olmaktan kurtarmaz. Hattâ tam tersine, rol yapmasına, uzun süre saklanmasına ve insanları kandırmasına olanak bile sağlar.
İçki meselesini dinsel vahyin yasakladığı bir emirmiş gibi mütalâa edenlerden farklı olarak, hayata dair şeyleri nedensellikler süzgecinden geçirerek değerlendiririm ben.
Yıllar önce okuduğum bir yazı, “Muhammet Peygamberin bile bu dünyadan, açlığını doğru dürüst bastıracağı şöyle dumanı üstünde bir arpa ekmeğini doyasıya tüketip yiyemediği” üzerineydi.
O zaman düşünmüştüm ki, toplumsal maddi hayatı biçimlemeye çalışan İbrahimî dinlerin, toprağın kıt, kumun bol olduğu Arabistan Yarımadası ve havalisinde doğması tesadüfî olmasa gerektir.
İnsanın temel dürtülerinin başında gelen beslenme, bu coğrafyaların en önemli sorunlarından olagelmiştir.
Tarihsel olarak bin yıl sürecek olan Dünya Tarım Devrimi, özellikle Hz. Muhammet’in yaşadığı yüzyılda başlamış bir süreçtir.
Akdeniz havzasının önemli ve bol yetişen meyvesi olan üzümün mayalanmasından elde edilerek saklanıp depo edilebilen bir enerji kaynağı olarak şarap, en eski çağlardan beri yaygındı; hattâ zeytinyağı ile beraber en küresel ithal/ihraç ürünüydü.
Ne ki o üzüm, kumun bol olduğu bu çöl diyarlarında, “Babil’in Asma Bahçeleri”nden beridir sadece zengin sınıf için lüks tüketim maddesi olmaktan öteye gidememiş ve geniş çöl insanlarının zaten var olan beslenme sorunlarına, bırakın katkıyı, yalnızca engel olmuştur.
Peygamberin dahi ulaşmakta zorlandığı kitlesel besin kaynağı ekmeğin hammaddesi tahıllara ise, vahalardaki üzüm bağlarından ne yer, ne de fırsat kalmaktadır.
Ne bedeviler üzüm çöpüyle, ne develer üzüm sapıyla beslenebilmektedirler.
Muhammet, döneminin devrimcisi bir adamdı. Halkının beslenmesi için tahıl üretimine tahsis edeceği, üzümün istilâsına uğramış o kıt ama mümbit vaha topraklarına ihtiyacı vardı.
Üzümü tümden reddedemezdi. Nihayet tazeyken, o da iyi bir besindi. Ama suyunun sıkılıp bekletilmesiyle yapılan şarabın tavsiyeye değer görülmeyecek olması, sorunu çözmeye yetecekti.
Öyle de olmuş; ihtiyaç fazlası üzüm bağının yerini, tahıl gereksinimini karşılayacak tarlalar almıştır.
Dinin yaptığı işte budur.
Erdoğan, siyasetindeki dinselliğin ivmesini arttırıyor
Sayın Başbakan, demokratik olmadığını saklamaya hacet bile görmediği bir düzeni, giderek pervasızca dayatıyor.
O, demokrasiye değil, Allah’a mal ettiği durağan bir sisteme inanıyor.
Kendisini de, Allah rızası için siyaset yapmak suretiyle, sadece bu ülkeye değil, bütün İslâm dünyasına çekidüzen vermekle yükümlü bir misyoner gibi görüyor.
İbadet eder gibi politika yapmasının nedeni de bu.
Başlangıçta iktidarı ele geçirmek, sağlamlaştırmak ve meşru kılmak için ihtiyaç duyduğu demokrasinin yerine; şimdi rotayı yavaş yavaş, artık vaktin geldiğine inandığı o modele doğru çevirmeye çalışıyor.
“İslâmi toplumda, ordunun başı çektiği Kemalist yahut Baasçı bir bürokratik vesayet rejimiyle kavgaya tutuşur da onu gerileterek korunmasız bir demokrasinin önünü açmaya kalkarsanız, sadece dine dayalı siyasal bir sistemin ekmeğine yağ sürmüş olursunuz” diyenler, böylece haklı mı çıkmaya başlarlar?
Yoksa, “o badireyi atlattık ama henüz işimiz bitmedi. Şimdi sırada onun yan ürünü olan bu teokratik özlem var” deyip, bu defa da sandığa onu gömmenin siyasal mücadelesini mi vermeliyiz, terimiz soğumadan?
Bir vakitler hiç kurtulamayacakmışız gibi görünen kâğıttan kaplan generaller, “teokrasi” yüzünden değil, “demokrasi... demokrasi” diyerek haykırdığımız için tutunamayıp gitmediler mi?
Şimdi de, eski nizamı değiştirmeyip ondan yararlanmak yolunu seçen ve dolayısıyla o generallerden hiçbir farkı kalmayan Erdoğan’ın da yüzüne, “teokrasi” değil, gene “demokrasi...demokrasi” diye haykırırsak, tutunabilir mi hiç orada?
Önceliğimiz ne olduğunu, yumurta kapıya gelmeden görebilmeliyiz, derim ben.
cinarnamik@hotmail.com
http://www.taraf.com.tr/namik-cinar/makale-sarap-din-ve-erdogan.htm
Yorum Yap