- 27.08.2012 00:00
Balyoz Darbe Semineri’nin baş mimarı General Çetin Doğan, Silivri mahkemesindeki savunmasını,“Dava konusu plan tatbikatında, hem cephede uygulanacak askerî harekât, hem de cephe gerisindeki sıkıyönetim planı ele alınmıştır. Adil düzenin ülkemize kanlı mı yoksa kansız mı geleceği başta Erbakan olmak üzere tüm şeriatçılar tarafından pervasızca dillendirildiği günlerde, ordunun geri bölgesinde zuhur ettiği varsayılan bölücü ve irticai kalkışmaların, sıkıyönetim planı çerçevesinde tartışılması maksadıyla senaryoya dâhil edilmesinden acaba neden bu kadar çok rahatsızlık duyulmaktadır?”, diyerek bitirmiş.
Duyulan rahatsızlığın esasen “ordunun darbe yapmasına” olduğunu, zira “Türkiye’nin siyasal ve toplumsal sorunlarının Silahlı Kuvvetlerin üstüne vazife olmadığını” kalın kafalara bir türlü anlatamamış olmanın bedbahtlığı bir yana, acaba gerçekten ordunun önceden tasarlayabileceği ve zaman zaman da tatbikatını yapabileceği bir “Sıkıyönetim Planı” olabilir mi?
Silahlı Kuvvetler, yurt savunmasını hakkıyla yapabilmek için ülke coğrafyasına, beşerî ve ekonomik kaynaklara ve çağın silah sistemlerine uygun düşecek tarzda önceden tasarlanmış bir kuruluş şemasına göre teşkilatlanarak, emir komuta hiyerarşisi içinde işleyen bir mekanizmadır. Dolayısıyla görevleri daha barış zamanından itibaren belli olduğu için, savaş hazırlıklarını daimi olarak planlar ve geliştirir; eğitim ve tatbikatlarını da periyodik usullerle icra eder.
Ne ki, bu planlamaların ve tatbikatların arasında “sıkıyönetim”e yer olmamak gerekir. Çünkü sıkıyönetim hem sıra dışı hem de sistem dışı bir uygulama olması bakımından, bu görevin kime nerede tevdi edileceği önceden belli değildir.
Kaldı ki iş bununla da bitmez. Zira uygulamalarda yapılanın aksine, sıkıyönetim, ifa edilmesi doğrudan doğruya mevcut birlikler hiyerarşisine ve emir komuta zincirine bırakılmamış, bırakılması öncelikle tercih edilmemiş ekstrem bir düzenlemedir.
12 Mart faşizminin ilk ürünlerinden olup da, demokrasiye kat’iyyen yakışmadığı ve askerî birliklerin lüzumu hâlinde kullanılmasıyla yetinmek dururken ilkel ve gaddar bir “militarist yönetim”i öngördüğü için, esasen fırlatılıp atılması gereken yürürlükteki Sıkıyönetim Kanunu dahi suiistimal edilmiş; sanki sıkıyönetim görevlendirmeleri, birliklerin hâlihazırdaki hiyerarşilerine göre olmalı imiş gibi uygulanagelmiştir.
Oysa yasaya kendi bütünlüğü içinde bakıldığında, kanun koyucunun sıkıyönetimden muradının ratio legis’in Sıkıyönetim Komutanı olarak rütbesi en az korgeneral olan birini “seçmek” suretiyle, hiyerarşik yapıyı devre dışı bırakarak direkt Genelkurmay Başkanı’na bağlamak olduğu görülecektir. Bundan maksat, muharebe görevi almış birliklerin ve birlik komutanlarının, ilâveten bir de sıkıyönetim meseleleriyle uğraşarak, asli işleri olan savunma görevlerinde herhangi bir zafiyete uğramalarına meydan vermemektir.
Eğer bu kaygı duyulmamış olsaydı, nerede sıkıyönetim ilân edilecek idiyse o bölgedeki komutanın mevcut görevinin yanı sıra otomatikman sıkıyönetim komutanı da yapılması yoluna gidilirdi. Kanunun ruhundan çıkan bu değildir. O kadar ki, sıkıyönetim görevi dahi yeni tefrik edilecek askerî birlikler ile yürütülür. Sıkıyönetim karargâhı bile yeni ve ayrı olarak kurulur.
Fakat yasanın varolma nedeni böyle olduğu hâlde, bugüne kadarki uygulamalar eleştirdiğim istikamette geliştirilmiştir. Bunun sebebi, generallerin, darbeler süreci olarak tanımlayacağımız son elli yılda, yurt savunmasını daha bir ikincil kılarak, asıl işlerinin burunlarını iç politikaya sokmak olduğunu öne çıkarmalarıdır.
Nitekim sıkıyönetim karargâhı da ancak sıkıyönetimin ilânıyla birlikte kurulabilecekken,“sıkıyönetim komutanlığı kadroları Genelkurmay Başkanlığı’nca önceden hazırlanır”hükmü mucibince; hani sivil toplumun nabzını gizliden gizliye tuttukları birtakım fişlemeler ve andıçlamalar yüzünden şimdi Silivri’de yargılanan büyük karargâhların Batı Çalışma Grubu gibi unsurları ve aktörleri vardı ya, işte onlar günü gelince devreye sokulacak şekilde daha önceden çalışmalar yapan ekiplerdi, esasında.
Netice olarak, Sıkıyönetim Kanunu’nun “görev ve yetkiler”i düzenleyen 3. maddesine bakarsanız, yargılananların nelerle iştigal ettiklerini oradan da çıkarabilir ve görebilirsiniz. Çünkü bu memlekette yalnızca kurumlar değil ki, yasalar da çürümüştür. O sıkıyönetimler de, askerî darbelerin daima bir önceki aşaması olmuşlardır.
Başa dönersek, General Çetin Doğan’ın “Ordu Geri Bölgesi” dediği İstanbul, Adapazarı, Bursa gibi yerler “yurtiçi bölgesi” olup, ordunun muharebe sahası dışında kalmaktadır.
Genel Savunma Mevzilerinde tertiplenmiş bir ordunun Trakya’daki derinliği, Balkan Harbi’nden beridir Midye-Enez hattından itibaren aşağı yukarı 60-70 km. içerlek düşünürsek, Çorlu Ovası dolaylarında falan son bulur.
Ve anlatmaya çalıştığım gibi, sıkıyönetim komutanlığı verilecekse de ona değil, meselâ İki veya Üçüncü Ordu’dan bu tarafa kaydırılacak birliklere tevdi edilecektir.
O nedenle düşman karşısından geri çekilip, sıkıyönetim görevi ifa edemezler.
Niyet, darbe değil de muharebe yapmaksa, tabii.
cinarnamik@hotmail.com
Yorum Yap