- 24.03.2022 06:50
Bu mesele, “söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil” türünden tekinsiz, başa bela konulardan biridir bizim ellerde.
Üstelik genel kabule aykırı şeyler demeye kalktın mı, her türlü saldırıya uğraman da cabasıdır.
Ama biz, gene de diyelim diyeceğimizi.
***
Emperyalizm aslında Türkiye’de herkesin diline pelesenk olmuş bir kavramdır.
Sosyopolitik laflar edip de, daha ilk birkaç cümlesini tamamlayamadan emperyalizm sözcüğüne başvurmayan yok gibidir.
Ne ki, bu kavramı enine boyuna tartarak, yerine göre kullanmasını bilen oldukça kıttır.
İnsan topluluklarının birbirini sömürmesi tarih boyunca oldum olası hep vardır.
Ama sistemli bir ideolojik olgu olarak damgasını vurduğu dönem, 19.yy'ın son çeyreği ile 20.yy'ın ilk çeyreği arasındaki emperyalizm çağıdır.
Emperyalizm çağına kadarki tüm zamanların sömürme biçimi, fiziksel olarak güçlünün, daha zayıfın topraklarını zor araçlarına başvurarak işgali, toprağını işlemesi, üzerine yerleşmesi ve toplumsal artıya el koyması şeklinde tecelli etmiştir.
Bundan da anlaşılıyor ki, din ve fütuhat kültürü, demek ki bir sömürme aracıdır.
Esasen, Doğu toplumları toprakta genişlemeyi, Batı toplumları ise, özellikle de 16. yüzyıldan itibaren denizlerde ve giderek tecimsel faaliyetlerde genişlemeyi ölçü alan bir sömürgecilik anlayışı geliştirmişlerdir.
Bu yüzden de, toprakta genişleyenler territorial bir iç feodalizmin batağına doğru yol alırlarken, denizlerde genişleyenler uzak mesafe ticaretinin devasa karlarıyla inşa edecekleri dış kapitalistik bir geleceğin dünyasını kurarak, bu günkü güçlü yapılarına ulaşacaklardır.
Örneğin dünyanın en geniş coğrafyasına sahip Rusya’nın, neredeyse İberik yarımadasına sıkışıp kalmış İspanya kadar ekonomik hasıla üretmesindeki sebep budur.
Sonuç olarak son beş yüzyılda, İspanyollar ve İngiliz göçmenler Amerikan yerlilerini, farklı şekillerde de olsa tasfiye ettiler.
Fransızlar Cezayir’i, Hollanda ve Belçikalılar bütün Afrika’yı, neticede Batılılar tüm dünyayı allak bullak etti, biz buna çok yerinde olarak emperyalizm dedik.
Peki ama o sıralarda bizler neler yapmıştık?
Küçük bir beylik iken koca bir imparatorluk kurduk, diyen biz değil miydik?
Bütün Balkanları, bütün Ortadoğu'yu kasıp kavuran biz değil miydik?
Amerikan yerlilerine ağıt yakıyoruz da, buralarda doğru dürüst ne bir Rum, ne bir Ermeni cemaati bıraktık mı?
Onlar emperyalistse, biz neyiz?
Onlar yapınca emperyalist ama biz yapınca değil, öyle mi?
Daha sonra elden ayaktan düşüp dışarılara saldıramayınca, iç sömürüyü yoğunlaştırmadık mı?
Mesela 1950'lerden itibaren, başta İstanbul olmak üzere, tüm Marmara'yı, hurraaa, işgal etmedik mi?
Ne kadar kent değeri varsa silip süpürmedik mi?
Şimdilerde de Ege'yi yok etmek için kolları sıvamadık mı?
Kıbrıs'ın demografisini değiştirmedik mi?
Emperyalist Batı’nın, özellikle de Anglo-Sakson kapitalizminin, son tahlilde gittikleri yerlere gelişmenin tohumlarını da götürmüş oldukları ortada.
Bakın Amerika'ya, Kanada'ya, Avusturalya'ya yahut Yeni Zelanda'ya.
Bir zamanların o sömürgeleri, şimdinin en zengin ve müreffeh ülkeleri.
Bir de bizim üzerinden geçtiğimiz yerlere bakın, hiçbirinde ot bitmiyor.
Çünkü onlar, giderek liberalleşen bir iklimde, kapitalist, özgürlükçü, demokratik bir yaşam biçimine evrilirlerken biz zorba, baskıcı, feodal bir tutuculuğun cenderesinde, vergici, haraççı, geçimlik kapalı köy üretiminden şaşmayan, fiskalistik bir ekonomik yaşam biçimi inşa etmeyi marifet sandık ve korkarım kafalarımız bu gerçeğe henüz basmış da değil.
Osmanlı İmparatorluğu'yla böbürlenip duruyoruz, ne ki imparatorluk ile emperyalizm kavramlarının aynı kökenden gelen sözcükler olduğunun ayırdında değiliz.
"Osmanlı İmparatorluğu" demenin, "Osmanlı Emperyalizmi" demek olduğunun, sadece bu da değil, kendi sultanımıza "Fatih" ünvanı vermekle Batılı krallara "emperyal majesteleri" demenin de aynı kapıya çıktığının, yani farkında olmadığımız bunca şey varken emperyalizm hakkında sabah-akşam atıp tutmanın, doğal olarak bizi ne denli gülünç kıldığının da ayırdında değiliz.
Bi’kere, tarih boyunca yaşanan geleneksel sömürü biçimi ile, 19.yy’ın son ve 20.yy’ın ilk çeyreği arasındaki, kısa sürmesine rağmen iki dünya savaşıyla noktalanmış şu çılgın emperyalizm çağını birbirinden ayırmayı bileceğiz en önce.
Çünkü bunu yapmaz ve yeryüzünü paylaşma konusunda birbirlerine düşerek kavgaya tutuşmuş, tarifsiz yıkımlar yaşamış sömürgecilerin hangi haleti ruhiye içinde olduklarını anlamazsak, burunlarını sürten I. ve II. Dünya Savaşları'nın ardından üç yüzyıllık 'aydınlanma öğretileri'nin birikimleri demek olan “liberal demokrasi ilkeleri”nin ne değerde şeyler olduklarını nihayet yeniden hatırlayıp 1945'lerden itibaren demokratikleşme süreçlerine neden ve nasıl geçtiklerini, mesela AB’yi kurmaya ne diye ihtiyaç duyduklarını da kavrayamayız.
O yüzdendir ki, tarih boyunca süren “geleneksel sömürü tarzı” ile 19. yüzyılın son ve 20. yüzyılın ilk çeyreği arasındaki “emperyalizm çağı sömürü tarzı” çok farklı süreçlerdir ve çok farklı sonuçlar doğurmuşlardır.
Bu ayrıma sebep olan baskın faktör “sanayi devrimi”dir.
Bir başka deyişle, bu iki sömürme tarzını ayrıştıran temel değişken, dünyanın üretim ilişkilerini o vakte kadar hiç görülmedik ölçülerde dönüştüren sanayi devrimi olmuştur.
Sanayi devriminden önceki ilişkilerin katsayısı matematiksel ise, sanayi devriminden sonraki ilişkilerin katsayısı geometrik bir dizilim ile ifade olunsa yeridir.
Sanayi devrimi ile beraber, nasıl ki her şey kökten değiştiyse, geleneksel sömürmenin niteliği de kökten değişmiştir.
Bu husus kavranmadan, sömürü hakkında hiçbir çözümleme doğru şekilde yapılamaz.
Sömürgecilerin, son derece sofistike zor araçlarına başvurarak birbirleriyle de kapıştıkları I ve II. Dünya Savaşları sonunda, sadece sömürgeleri değil kendilerini de yok eden yeni bir durum ortaya çıkmış, emperyalizmin bu boyutlara varması kamuoylarının da gözünü korkutmuştur.
O yüzden, emperyalizme karşı duruş kendi içlerinde de büyümüştür.
Böylelikle, artık maliyetli görülmeye başlanınca ücretli işgücünü devreye almak üzere tıpkı köleliği kaldırmanın vakti geldiğinde olduğu gibi, çoğu bağımsızlık hareketi acaba gerçekten mağdurun başkaldırısıyla mı tecelli etti, yoksa kontrollü bir şekilde serbest mi bırakıldılar, her toplum bakımından tek tek incelemeye değerdir.
Nitekim, sonu yıkımla neticelendiği için emperyalizmin yerine siyasal bağımsızlıklara uyum gösterebilen yeni sömürü teknikleri de zuhur etmeye başlamıştır.
Zaten ulus devletlere yavaş yavaş yolun göründüğü, küresel sermayenin ise her yere elini kolunu sallayarak girebildiği pazar ekonomisi koşullarında bu tür bir emperyalizmden söz etmek abestir
Yani sömürü artık bitti mi diyeceğiz?
Hayır demeyeceğiz.
Başka bir türe dönüştü.
Toplumların neredeyse hepsinde, yüzde birlerin yüzde doksan dokuzların kanını emdiği bu yeni küresel versiyonda, sömürünün bittiğinden bahsolunabilir mi?
Lakin, şu millet şu milleti sömürdü de denemez artık, herhalde?
Ne ki, bu yeni safhada, “altta kalanın canı çıksın” toplumlar, bağımsız gözükseler de, onlara düşen sömürü payları daha acımasız olarak sürüp gitmektedir.
Üstelik çıkmazlarının neler olduğunu görememek ve aymazlıkları yüzünden, kendilerine adeta gönüllü birer sömürü kozası inşa ettikleri dahi söylenebilir.
Dünyanın yoğun sömürülen toplumlarından biri olmaktan nispi olarak çıkmanın biricik yolu ise, liberal değerleri özümsemiş ve bütün alanlarda o çerçevede yaşayan bir toplum olmakla mümkündür.
Eğer liberal değerlerle bezenmiş bir toplum değilseniz, mümkünü yok, sömürülmekten kurtulamazsınız.
Zira sömürü ile liberal demokrasiler arasında, tersine işleyen bir bağ vardır.
Liberalizm sömürüye karşı yegane panzehirdir.
Örneğin bugün, yeryüzünde hanedanlar, tek adamlar veya despotik güçler tarafından yönetilen merkeziyetçi kapalı toplumlar, küresel sömürüye en açık olanlardır.
O yüzden, çoğulculuğun ve katılımcılığın, karar alma süreçlerinin her safhasında var olmak demek olan liberal demokrasinin kıymetini bilen özgürlükçü açık toplumlar, hiçbir ama hiçbir "tek adam"a tapmazlar!
Çünkü bunun onları, önünde sonunda sömürülmeye götüreceğini çok iyi bilirler.
Öyleyse hastalığı doğru teşhis edelim ki, sittin sene sürüp gitmesin!
Yorum Yap